Kaynak: Devlet
Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
|
|
|
2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Yelda KARATAŞ “Gecenin Sütü” adlı öykü ile. 2.Ceren ALPTÜRKAN ERDİL “Taşın Ağırlığı” adlı öykü ile.
3.Fehmi SAĞLIK “Andaç” adlı öykü ile. 2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “Hikaye yi Hacıbektaş” adlı şiir ile.
2. ve 3. cülük iki şiir tarafından paylaşılmıştır:
Dr.Nedim UÇAR “Mermi Seslerine Alıştı Kuşlar” adlı şiir ile. Ali SERTTÜRK “Dememiş mi” adlı şiir ile. 4.Salim ÇELEBİ "Sine" adlı şiir ile. (Mansiyon)
2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Ali Ekber GÜLBAŞ “Kendinde Ara” adlı şiir ile. 2.Celal AYDOĞDU “Elde Arama" adlı şiir ile. 3.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “Sende Ara” adlı şiir ile. 4.Fikret DİKMEN "Kendinde Ara" adlı şiir ile. (Mansiyon)
Kısa Öykü Yarışması Birincisi
Yelda KARATAŞ
GECENİN SÜTÜ
Bulutlu gecelerin olduğu zamanlardı. Elimizde süt kostik kovaları, duvarlar emrimize amade. İkili gruplar halinde çıkıyorduk, kara gölgelerin ardında yarını aydınlatacak afişleri asmak için Kasımpaşa’nın duvarlarına.
Gece yarını ve yaraları saklar. Gece şahitsiz. Ay beyaz gözleriyle, hem umut hem kuşku uyandırır, gizli işler yapanların kalbinde.
Bir hançer sapının ışıltısıyla deler ansızın bir yüreği, bir sırtın içinde bembeyaz bir delik açarak. Kızıl entarili gelinlik kızların yüzüne bile bakmadan. Ay, sus pus öyle. Eski mezarlığın uzun servileri ve "artık yıkın beni" diye yalvaran, tahta yapıların arka bahçeleri birbirine yaslanmış, yeni Kasımpaşa’nın esmer yüzünü oluşturuyor. Ay biraz hüzünlü.
Taksiler gece bir saatten sonra girmeye korkar bu semte. Darbukaların, incelikli aksak ritimlerinin keman yayıyla buluştuğu bu mahallede, düğün dernek dışında, İstanbul’un unutulmak istenen yüzleri saklanır. Saç arkalarına iliştirilmiş allı güllü tokalar ve kuşkulu bakan esmer yüzler, otuz iki diş ortada gülünce hiçbir şey güllük gülistanlık değildir; korkun!
Bebek bezine zulalı esrar, İstiklal Caddesi’nde küçük ellerin ustaca arakladığı cüzdanlar, gece yarısı pay edilir, gelinlik kızların çeyizine gitsin diye.
Bizden çekinirlerdi. Anlamaya hiç hevesli olmadıkları bir dünyanın habercileri olarak arka sokaklara sessizce girer, afişlerimizi asar, hayalet olur giderdik.
Geride süt kostik kokusu.
Onlara karışmaz, düşmanca davranmaz, ama araya aşılmaz bir mesafe koyardık. Bizlerden birine dokunduklarında rahatlarının kaçacağını bilirlerdi. Aynı üniformalardan saklanırdık, farklı sebeplerden.
Yaprakların titrediği o gece, hayata bağırıyor astığımız afişler.
Yağmur yanağımızda susuyor. Nisan yağmuru, üşütmeden vuruyor hayata.
Zaman kıymetlidir gecenin kara korsanları için. Becerikli eller yağmur hızıyla yapıştırıyor afişleri. Bazı pencerelerin tülü aralanıyor, tedirgin. Biz neredeyse hiç konuşmuyoruz. Kısa tümceler:
-Kovayı uzat… -Fırçaya dikkat et! -Karşı duvarı unutma!
Yağmuru kimse hesaplamadı kuşkusuz, ama yapacak bir şey yok. Yarın için gerekliydi bu afişler. İstanbul’un her yerinde ve Kasımpaşa’nın en ücra köşelerinde, yaşlısından gencine, kedisinden köpeğine herkes görmeliydi nasıl var olmamız gerektiğini!
Uyarı ıslığı geceyi bıçaktan hızlı kesti. Süt kostik dolu kovalar hemen bırakıldı olduğu yere. Kalan afişler, o bilinen bahçeye atıldı, hızla toparlanıp. Bu kentin bütün arka bahçelerini bilmeye zorunluyduk. Mazgalların altından giden yolları… Avlu içlerini… Yıkıntı eski tahta evlerin üstü saman ve yanmış anılarla gizli kilerlerini.
Hatta, karanlığa baş eğen yüce ıhlamur ağacının o en yüksek dalını… Kasımpaşa’nın duygusal haritasını avucumuzun içine çizmiştik. Kaçacak yer kalmayınca hangi kapıların bize açık olduğunu da iyi bilirdik…
Üniformalar hızla çoğalarak sökün etti sokaklara. Bağırtılar, düdük sesleri, yağmuru bastırdı. Karanlığa dağıldık. Biz iki kişiyiz. O, önde ben arkada.
O erkek, daha hızlı. Arayı açmadan son hızla koşuyor. Ama mesafe hep aynı, onun temposu beni de hızlandırıyor. Böyle yapmazsa yakalanacağız.
İçeriye girebileceğimizi bildiğimiz ilk evin kapısına geliyoruz. Evde kimse yok. Pencereler kör…
-Devam et, koş!
Fısıltıyla haykırıyor. Yolun kestirmesinden bir ekip önümüze çıkmak üzere. Birkaç zikzaktan sonra, hiç beklenmeyeni yapıyoruz, o kocaman ölüler kentine, Kasımpaşa Mezarlığı’na fişek gibi dalıyoruz. Birden buhar oluyoruz. Mezarlığa gireceğimizi hiç düşünmüyorlar. Gürültülü ayak sesleri önümüzden geçiyor. Ama bir süre sonra geriye dönecekler ve ince arama başlayacak. Soluğumuz hiç yok. Yan yana iki mezarın üstünde yatıyoruz. Yağmur yüzümdeki korkuyu yalıyor. Mor irislerin geniz yakan kokusu yayılıyor mezarlardan, fosforun ince gümüşi parıltısı sanki üzerimize yapışacak. Ölülerden çok üniformalardan korkuyoruz.
Sol yanımda boynu bükük küçük toprak yığını; bir çocuk mezarı. Yeni gömülmüş. Taze toprağın buğusu genzimi dağlıyor. Sıcak, ıslak tanelerin yanağımdan düşmesine engel olamıyorum. Gözpınarlarımı sileceğim, elim kalkmıyor yüzüme. Onun yerine taze ölü toprağını avuçluyorum. İçimden dua okumak bile geçmiyor.
O, bana bakıyor cesaret verircesine, mezarın karaltısıyla iç içe, uzaktan toprakla bütünleşmişiz. O’nun incecik gövdesi, toprak yükseltisini tamamlıyor. Göz dikkatli bakmazsa ayıramaz, aldanır, karaltılarımızın ölüme ait olduğunu düşünür... Yanımızdaki büyük anıt mezar, bulunduğumuz yeri ustaca gizliyor. Yine de uzaklaşan ayak seslerinin arkasından alçak ama kararlı nefesiyle açıklıyor:
-Bizi görürlerse, onlar yakalamadan; önce seni vuracağım, sonra kendimi.
Soluksuz kalıyorum bir an. Sesimin tonundan korkuyorum ve tek bir kelime çıkıyor boğazımdan umutsuz:
-Peki…
Kaç saat yattık, mezarların ıslak koruyucu karanlığında hatırlamıyorum.
Gün doğmadan çıkmalıydık oradan. Saklanabileceğimiz ikinci ev, çok yakındı.
İlk, O doğruldu. Koşuşturmalar ve cırcır böceklerinin sesleri dinmişti. Beklememi işaret etti. Kıpırdamadım. Gözüm çocuk mezarına dikili öyle bakıyorum ıslak toprağa. Birkaç dakika sonra yanıma geldi. “Fırla” dedi. Yan yana, koşmadan hızlı hızlı yürüyoruz, elimi tutuyor sanki sevgilisiymişim gibi. İkimizin de elleri buz.
Kalbimin çarpıntısı geceyi sarıyor. Yürüyüşümüzü giderek hızlandırıyoruz. Etrafta kimse yok. Ara sokaklara dalıyoruz. Evlerin erkenci ışıkları yanmaya başlıyor mahmurlukla…
Alacaaydınlık, bütün ihtişamıyla günü müjdelemek üzere. Üstüm başım süt kostik lekesi. Bizi görürlerse, inandırmak zor olacak sevgili olduğumuza.
İki sokağı hızla geçiyoruz. Bahçe duvarını atlayıp, avludan içeri süzülüyoruz.
Kapıyı hemen açtılar. Taze çayın kokusunu hiç bu kadar sevmemiştim. İçeride yer yatakları yeni toplanıyor. Öbür odada misafirleri varmış. Ben mutfağa gidiyorum. Ev sahipleri, sofrayı kurmaya başlıyor. Evin küçük oğlu Ahmet’e kimse dokunmuyor. Öğleden sonracıymış. Geniş omuzlu, palabıyık Baba Hakkı kahvaltıyı yapıp Tersane’ye gidecek. Karısı Gülizar evde çocuk bakıyor. Pembe gülüşlü, 20’li yaşlardaki Gülizar, benim yeğenim. Ama kimse bilmez. Sokakta karşılaşsak tanımazdan geliriz birbirimizi. Hayatın güvenliği için.
Kapıyı hangi saatte çalarsam çalayım, Gülizar ve Hakkı hiçbir şey sormadan içeri alırlar. Bilirler ki durum zordur. Çocukluğu İstanbul’da geçmiş yeğenini, yani beni hiç unutmadı Gülizar. Beş yıl önce Kasımpaşa’ya göçlerinden bu yana görüşürüz.
Mutfakta peynir ve zeytin tabaklara dolduruluyor. Memleket yağını zeytinin üzerinden geçirirken, “ konuklarınız kim?” diye soruyorum Gülizar’a… Çünkü bu eve neredeyse hiç konuk gelmez yatıya.
"Bir haftadır buradalar" diyor Gülizar. Bugün kocası geri dönüyormuş köye ama kadın biraz daha kalacakmış. Nedenini çok merak ettim, ayrıntılarını nedense bölük pörçük verdiği bu öykü, korkunun kucağından yeni kopmuş olan beni tuhaf bir şekilde kendine çekiyordu. Mutfakla sofa arasında gidip gelirken, konuklar uyanmadan Gülizar, onların öykülerini tamamlamaya çalıştı.
Köyde, kapı komşularıymış yıllardır. Ben hatırlamazmışım. Anneleri birlikte büyümüş. Şefika, yani içerde bizlerden habersiz uyuyan konuk, altı yıl olmuş Kadir’le evleneli. Çocukları olmuyormuş. Doktorlara gidilmiş; kusur Şefika’da. Kocası Kadir, çok seviyor onu, asla boşamak istemez, kuma da getirmezmiş. Sonunda çare bulunmuş: Dört yıldır, Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan evlatlık bekliyorlarmış. Büyük bir özlemle, patikler örülmüş, zıbınlar dikilmiş, beklemenin karanlığına karşı mum gibi yakıp umudunu, bir kız çocuğu için ne gerekliyse hazırlamış Şefika… Ama köyde dile düşmemek için; dokuz ay, hamile taklidi yapmış, karnına yastıklar bağlamış.
Bir gül dikenini nasıl izlerse, öyle tutkuyla beklemişler bu çocuğu, ama öz evlatları diye bilinsin isterlermiş. İstanbul’a çocuğu almaya geldiklerini kimseye belli etmemişler. Şefika, zor hamile kaldı ya, "büyük kentte doğuracak" diye duyurmuşlar herkese. Gülizar, ahretliği onun, ele vermez. Kafasını kesseler söylemez.
Kızarmış ekmek kokusu bütün eve yayıldı. Bebeği aldıkları henüz bir hafta olmuş. Adını Umut koymuşlar kız çocuğunun. Üç günlükken annesi Kasımpaşa Mevlevihanesi’nin kapısına bırakmış, kundağına bir not iliştirip çengelli iğne ile.
Hepimiz sofraya oturacağız, ama yine de tedirginim, buraya girerken görüldük mü diye.
Bu yeni öykü korkumu tamamen unutturuyor bana. Gülizar’a soruyorum:
-Bebeği görebilir miyiz gitmeden?
Konuk odasının kapısı sanki beni yanıtlamak için açılıyor. Şefika’nın eşi kapıda görünüyor.
Saygıyla çeviriyorum gözlerimi ona. Baba olma yeteneğine sahip bir erkeğin, karısı, yâri aşkına kendi soyundan olmayan bir bebeği evlat kabul edebilmesi çok rastlanır bir şey değil bu ülkede.
Gülizar bizleri tanıştırıyor: Gülizar’ın yeğeni ve nişanlısıyız… Kadir gülümsüyor. Toprakla haşır neşir olmuş geniş elini güvenle uzatıyor. Son derece mutlu, bebeklerini anlatmaya başlıyor. Karısının hamileliğini, bebeğin nasıl doğduğunu, bu zor doğumdan dolayı, karısının neden İstanbul’da biraz daha kalması gerektiğini.
Kimse yalanlamıyor öyküyü. Gülizar’la suç ortağı ben, birbirimize gizli bir bakış atıyoruz sadece. Ben bebeği görmek istediğimi söylüyorum. Gülizar: "çocuklara bayılır" diyor benim için.
Kadir anlayışla bakıyor bana. Bebek daha uyanmamış, annesi uyanmasını bekliyor. Bebek gözlerini açınca Şefika onu getirecek.
Ben giderek sabırsızlanıyorum, Şefika’yı ve bebeği görmek için. Burada fazla kalamayız. Aslında çoktan çıkmalıydık. Durumun farkında olan Gülizar, üzerimi değişmem için kendi elbiselerini teklif ediyor. Ama içeride konukların kaldığı yerdeymiş giysiler. Kadir, masadan kalkıyor, karısına haber vermeye gidiyor. Çay bardağı elimde öyle heyecanla bekliyorum.
-Girebilirsiniz
Odaya girme iznim çıkınca hemen doğruluyorum. Süt kokan bir bebeği bağrıma basmayalı ne kadar zaman olmuş bilmiyorum. Henüz çocuğum yok. Anne olmaya zamanım da yok. Anne olmayı böylesi isteyen genç bir kadını ve onun doğurmadığı bebeğini görmek istiyorum.
Odanın perdeleri henüz açılmamış. Yeni uyanmış bebeğin mırıltıları üstüne eğilmiş Şefika’nın uzun beliklerini görüyorum önce. Yaklaşıyorum, bana bakıp gülümsüyor. Ay doğmuş gibi aydınlanıyor odanın loşluğu. Bebek de annesine ve bana bakıp mırıldanıyor. Şefika özenle altını değiştiriyor. Tanışıyoruz alçak sesle.
Altını değiştirdikten sonra, bebeği sevmeme izin veriyor. Usulca kucağıma alıyorum bu küçücük insan sıcaklığını; öpüyor, kokluyorum doymayasıya. Minik elleri yüzümde geziniyor. Birden ince bir ağlama tutturuyor Umut bebek. Şefika mahcup… Bebeğin ağlamasına dayanamayan gözleri doluyor. Kollarını uzatıyor kucağımdaki bebeğe doğru:
-Acıktı, diyor
Ben bebeklerin acıktığını farklı bir ağlayışla ilettiğini biliyorum. Ama bir annenin bu açlığı böylesi şefkatli bir titizlikle karşıladığını hiç görmemiştim. Bebeği özenle kucağımdan alıyor.
Kapı usulca açılıyor, Kadir içeriye giriyor. Babadan mama yapmak için, sıcak su isteyecek diye düşünüyorum hızla. Karı koca birbirlerine bir bahar güneşi yumuşaklığı ile bakıyorlar. Karyolanın köşesine, bebeyle Şefika’nın yanına usulca oturuyor adam.
O an inanılmaz bir şey oluyor… Bütün Kasımpaşa’nın inanamayacağı bir şey. Evrenin, kendine yeni gözlerle bakıp, kim olduğunu bir daha sorgulayacağı.
Ah! İnsan soyunun bu mucize annesi, geceliğinin düğmelerini açıyor, bebeğin hazla süt bekleyen ağzına doğru uzatıyor… Saldırıyor küçük iştahlı ağız ve şapırtıyla emmeye başlıyor sütü... Hiç doğurmamış bir annenin yaradandan dilediği sütle dolu göğüslerinden besleniyor Umut bebek.
İnanmaz gözlerle bakıyorum, doğurmamış ananın anne oluşuna.
Ve hayatın karanlığına akan süte.
2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Yelda KARATAŞ “Gecenin Sütü” adlı öykü ile. 2.Ceren ALPTÜRKAN ERDİL “Taşın Ağırlığı” adlı öykü ile.
3.Fehmi SAĞLIK “Andaç” adlı öykü ile. 2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “Hikaye yi Hacıbektaş” adlı şiir ile.
2. ve 3. cülük iki şiir tarafından paylaşılmıştır:
Dr.Nedim UÇAR “Mermi Seslerine Alıştı Kuşlar” adlı şiir ile. Ali SERTTÜRK “Dememiş mi” adlı şiir ile. 4.Salim ÇELEBİ "Sine" adlı şiir ile. (Mansiyon)
2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Ali Ekber GÜLBAŞ “Kendinde Ara” adlı şiir ile. 2.Celal AYDOĞDU “Elde Arama" adlı şiir ile. 3.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “Sende Ara” adlı şiir ile. 4.Fikret DİKMEN "Kendinde Ara" adlı şiir ile. (Mansiyon)
Kısa Öykü Yarışması İkincisi
Ceren ALPTÜRKAN ERDİL
TAŞIN AĞIRLIĞI
Tekbir!
AllahuEkber!
Teeeekbiiir!
AllahuEkber!
Son duyduğu ses bu olmuştu. Önünde durduğu kocaman yapıdan çığlıklar yükseliyor, bu vahşi güruhu engellemeye çalışan barikat gittikçe zayıflıyordu. Çevresindekiler kinle, nefretle haykırıyorlardı. Yer yer dumanlar yükseliyor; gözünü kan bürümüş arkadaşları gibi, kendisi de eline ne geçerse binaya fırlatıyordu. Dakikalar ilerledikçe çoğalıyorlar, hıç da büyüyordu. İşte tam bu sırada; özenle uzattığı çember sakalına aklar düşmüş, bağırırken ağzından çıkan salyalara engel olamayan bir adam, elindeki koca taşı fırlatmıştı. Ancak kalabalığı aşamayan taş, Yusuf'un kafasına inivermişti. Sesler,çığlıklar uzaklaşmış, görüntüler silikleşmişti. Bu sırada barikat da yıkılmış, insanlık dışı cemaat harekete geçmişti. Yusuf aldığı darbeyle yığılmış, zaten yarılmış olan başını yere vurmuştu. Arkasından gelen binlerce kişi ona aldırmamış, üstelik yandaşlarının kanına bulanmış taşı alıp, tekrar ileriye atmışlardı. Üzerinden kaç kişinin geçtiğini bilemedi...
Gözünü açtığında, bir sedyenin üzerinde yatıyor, tüm vücudu sızlıyordu. Başı, neredeyse o kocaman taş kadar ağırdı. Sağ bacağı öylesine acıyordu ki, bağırmamak için kendini zor tutuyordu. Binbir güçlükle elini kafasına götürdü. Saçları kan içinde kalmış, takkesi kaybolmuştu. Yeterli gücü toplayıp başını hafifçe kaldırdığında, koşuşturan, ağlayan ve inleyen bir çok insan gördü. Çoğu da o kafirlerdendi. Tepesi ve bacağındaki ağrı da olmasa, çok şükür iyiydi. Ancak bu çabası sonucunda yaraları tekrar kanamaya başladı. Onunla ilgilenen kimsecikler yoktu. Çektiği acıdan gözleri yaşararak, kendisini getiren mübarek insanları aramaya koyuldu. Ağrılar dayanılmaz olmaya başladığında, az öteden geçen tuhaf görünümlü bir hemşireye seslendi. Kadının başı bedenine göre fazla büyük, saçları da biçimsizdi. Yalvaran bir sesle:
Bacım, n'olur bi bakıver bana. Her yanım ağrıyor.
Yanına yaklaşınca, tuhaflığın sebebini anlayan Yusuf, sevindi bile. Hemşire, topladığı saçlarının üzerine peruk takmış; neredeyse yerlerde sürünen bir etek giymişti. "Oh be" diye geçirdi içinden. "Şimdi bu din kardeşim bana yardımcı olur da, sapasağlam bile olurum". Zorlukla konuşan adamın yanına yaklaşıp, şöyle bir bakan hemşire ise:
Meraklanma Beybaba, birazdan seninle ilgilenmesi için erkek görevli göndereceğim.
Aceleyle gözden kayboldu. Yusuf yıkılmıştı. Burada böylece ölse, kimsenin ruhu duymayacaktı. Hemşireye de kızamıyordu ki, kendileri istemişti böyle olmasını... Artık acıdan ağlayıp, inlemeye başladığı sırada genç bir doktorun kendine yaklaştığını gördü. O gelirken ağrıları azalmıştı sanki. Başını hafifçe kaldırdı, göz göze geldiler.
Üç senedir, memleketinde doktorluk yapan Ali, sedyede yatan adamı uzaktan görmüştü. Ona yaklaştıkça, önce kıpkırmızı olan sedye, sonra da adamın çember sakalı dikkatini çekmişti. "Bu onlardan" diye geçirdi içinden. Yaraları kanıyordu. Bu, durumun gittikçe kötüleştiği anlamına gelirdi. Saatlerdir çatışmada yaralanmış yüzlerce insana bakıyordu. Kadınlar, erkekler, çocuklar... Her dakika yaralı sayısı artıyor, etraf kana bulanıyordu. Ve hepsi, bu ve bunun gibi adamlar yüzündendi. Bilmiyorlar, kandırıldıklarını kabul etmiyorlardı. Sevgiyle, sabırla değil; kinle, nefretle yoğrulmuşlardı. Kendilerinden farklı olana "dinsiz" damgası vurup, yok etmeye çalışıyorlardı. Bu sırada hızla sedyenin yanına yaklaştı ve durmadı. Duramadı. Madımak yanmaya başlamıştı. Onlarca masum, onlarca güzellik, onlarca değer yitiyordu. Yutkunamıyor, gözyaşları akmasın diye gözünü bile kırpmıyordu. Birkaç adım daha attı, durdu. Bu adamada bakmalıydı. Böyle öğretmemişlerdi ki ona! O her kim olursa olsun; yaralıydı, biçareydi. Şimdi sırtını döner de giderse, ne farkı kalacaktı. Ne gidebiliyor ne de dönebiliyordu. Anasını anımsadı. Çocukken elini kalbinin üzerine koyar "bizim Kâbemiz burası" demez miydi? Eğdiği başını kaldırıp, etrafına göz gezdirdi. Kardeşlik için, barış için, dostluk için kanları dökülenlere baktı. "Gönül sende, sevgi sende, yar sende" diye gürledi içinden. Emindi, onlar da aynı şeyi yaparlardı mutlaka. Bu barbarlığa insanlıkla cevap vermek yakışırdı...
Yusuf, doktorun, kendisini gördüğü halde geçip gitmesiyle iyice umutsuzluğa düşmüştü. Ancak bir gariplik vardı. Genç adam, birkaç adım sonra durmuş, biraz beklemiş ve gözleri yaşarmış halde dönmüştü. Sedyenin yanına gelmiş, muayene etmeye başlamıştı. Doktor üzerine eğildiğinde, gömleğinin içinde parlayan Zülfikar, canlanmış, Yusuf'un, önce gözlerini, sonra da bütün bedenini doğramıştı adeta. Soluğu kesilmiş, tüm vücudu acıların rağmen gerilmişti. Hastasındaki gerilimi fark eden Ali, olanca yumuşattığı sesiyle "Rahat olun lütfen, biraz sonra bir şeyiniz kalmayacak" diyordu. Başından aşağı kaynar sular dökülen Yusuf da yalvarmaya başlamıştı. "Ben ettim sen etme Dohtur! Cahalız biz, bilemedik". Söylenenleri duymazlıktan gelmeye çalışan Ali'nin gözlerinde kıvılcımlar yanıyor, özünü düşündükçe hepsini södürüyordu. Elleri titriyor, benliğini ele geçirmeye çalışan, kini ve nefreti kovuyordu kalbinden.
Hasta bakıcıların da yardımıyla sedyeyi müdahale odasına götürdüler. Onu buracıkta öldürse, kimsenin haberi olmazdı. Doktordan af dilemeye devam ediyordu. "Gözünü severim Dohtur Bey, n'olur acı bana, bilseydim..." Bu konuşmalar Ali'nin daha çok canını sıkıyor, ama belli etmemeye çalışıyordu. Yusuf, yaşadıklarına inanamıyor ama her dakika rahatlıyordu. Bu adam ona zarar vermeyecekti. Hem de kendisinin yaptıklarına karşılık... Odaya giren çıkan onlarca insanı görüyor, yüreği yanıyordu. Ne yapmışlardı? Ne için...
Ali, kısa sürede, hastasının tüm yaralarını sarmış; başına da dikiş atmıştı. Ağrı kesiciyi de verince, artık evine gidebileceğini söyledi. Yusuf yüzünü yerden kaldıramıyor, bu kadar veballe nasıl yaşayacağını düşünüyordu. Yetmezmiş gibi, Ali, koluna girip yürümesi için yardım ettiğinde ağlamaya başlamıştı. Yüzü hep yerde kalacaktı...
Hastanenin dışına çıktıklarında taksi aramaya başladılar. Bahçede birçok insan ağıt yakıyordu. Madımak'ta otuz beş cana kıyılmıştı. Ardındaki binlercesi de bu yolda ölmeye hazırdı. Doktor, Yusuf'u taksiye bindirirken, gözyaşlarını tutamadı. İçinden çığlık çığlığa bağırıyordu: "Eğer insan isen ölmezsin, korkma!"
Onları sonsuza değin kimse unutmayacak...
2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Yelda KARATAŞ “Gecenin Sütü” adlı öykü ile. 2.Ceren ALPTÜRKAN ERDİL “Taşın Ağırlığı” adlı öykü ile.
3.Fehmi SAĞLIK “Andaç” adlı öykü ile. 2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “Hikaye yi Hacıbektaş” adlı şiir ile.
2. ve 3. cülük iki şiir tarafından paylaşılmıştır:
Dr.Nedim UÇAR “Mermi Seslerine Alıştı Kuşlar” adlı şiir ile. Ali SERTTÜRK “Dememiş mi” adlı şiir ile. 4.Salim ÇELEBİ "Sine" adlı şiir ile. (Mansiyon)
2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Ali Ekber GÜLBAŞ “Kendinde Ara” adlı şiir ile. 2.Celal AYDOĞDU “Elde Arama" adlı şiir ile. 3.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “Sende Ara” adlı şiir ile. 4.Fikret DİKMEN "Kendinde Ara" adlı şiir ile. (Mansiyon)
Kısa Öykü Yarışması Üçüncüsü
Fehmi SAĞLIK
ANDAÇ
"Hararet nardadır, sacda değildir Keramet hırkada, taçta değildir Her ne arar isen, kendinde ara Kudüs'te Mekke'de, Hac'da değildir" -Hacı Bektaş Veli-
Annesi mutfaktan seslendi: Ardından babası: “Kızım, biraz da dinlen. Kendini çok yoruyorsun. Her şeyin iyi/ hoş da, şu yemek işini zamanında yapmıyorsun.”
Ablasının yerine Diren, yanıtladı babasını: “Ablam, dün çok üzgündü. Size de söylemedi. Sınıflarında erkek arkadaşlarından biriyle edebiyat öğretmenleri arasında nerdeyse kavga olmuş.”
Babası meraklandı. Biraz da buyurgan biçimde: “Gelir misin Figen?” dedi.
Figen, yerinden sıçradı; elindeki kitabı çalışma masasına koydu; gelip babasının boynuna sarıldı; yanağına önce bir öpücük kondurdu; sonra yanına oturdu. Babası sormadan o, konuştu: “Dün edebiyat dersimiz vardı. Öğretmenimiz hem gerici, hem de yancı bir adam. Kullandığı sözcüklerde, söyleminde çok tutucu. Sonra kırıcı da üstelik. İşin en kötüsü: ayırımcı. Adam, edebiyat değil, din dersi okutuyor sınıfta. Konumuz, ‘edebiyatımızda öykü’ydü. O, ‘öykü’ demez, ‘hikâye’ der durur hep. Nasıl oldu da bilmiyorum, dün ağzından bi ‘öykü’ sözcüğü çıktı işte. Görevli olan arkadaşlar, hazırlandıkları ölçüde konuyu anlatmaya çalıştılar; öykücülerimizin yapıtlarını tanıtıp örnekler verdiler. ‘Ömer Seyfettin’le ‘Haldun Taner’in adları geçince, benden bir sıra arkada oturan Alevi kökenli Cafer arkadaşımız, söz aldı: ‘Öğretmenim’ dedi; ‘hem Ömer Seyfettin, hem de Haldun Taner, yazdıkları yalanları, öykü diye bize yutturmaya kalkışmışlardır. Her iki yazar da, Alevi yurttaşlarımızı, bazı yapıtlarında aşağılamaya çalışmışlardır.’
Öğretmenimiz sinirlendi: ‘Bırak şimdi dini/mezhebi, şu anda dersimiz edebiyat.’
Arkadaşımız baskın çıktı: ‘Asıl onların yaptıkları, edebiyat adına utanılacak bir durumdur. Size, her birinden bir yapıt adı veriyorum; kuşku yok ki okumuşsunuz onları: Biri Harem; diğeri, Şişhaneye Yağmur Yağıyordu. Bunları yazanların ikisi de yalancıymış bana göre.’
Öğretmenimiz, köpürdü; ‘çık dışarı’ işareti yaptı arkadaşımıza. Cafer, direndi: ‘Suçum yok ki’ dedi. Tam bu zaman zil çaldı işte.”
Figen’in annesi: “Aferin öğrenciye. Ben de olsam, aynını yapardım.”
Baba, daha ılımlı davrandı. “Sertleşmenin anlamı yok. Ona, onun gibi düşünenlere gerekli yanıtı düşünce yoluyla vermek gerekir. Bu da, insanın ‘dolu’ olmasına bağlıdır. Küpümüzü ‘kin’le değil; ‘sevgi’yle ‘bilgi’yle doldurmak zorundayız. Kötülüklerin tümü, ‘bilisizlik’ten doğar. Arapların bir sözü vardır: ‘Küllü cahilin cesurun.’ Bütün cahiller, cesur olur. Bizim yolumuz bu değil…”
Anne, bir yandan boşalan bardakları doldurdu; bir yandan da konuştu: “İyi hoş da, bir bugün değil ki bu adamların yaptıkları; yıllar yılı biz bu soysuzların ‘kara çalma’larına hedef olmuşuz. Bunlar ‘haksızlık tüccarı’dır; haksızlık satarlar hep. Saltanat uğruna, İmam Ali Efendimiz ve oğullarına atmadık çamur, etmedik zulüm koymamışlardır. Amaçlarına ulaşabilmek için baş da keserler, beden de yakarlar.”
Diren, pat diye ortaya atıldı: “Geçen gün, bizim sınıfta bir kız, yanında oturan arkadaşına, sınıf başkanımız için bu Kızılbaş’tır’, dedi. Arkadaşı da ona, ben Kızılbaş’ın ne olduğunu bilmiyorum, dedi.”
Anne: “Buyurun işte; daha ilköğretim dördüncü sınıf öğrencisi bunlar. İlkin aile içinde serpiliyor bu nifak tohumu, sonra okullarda yeşerip büyüyor; daha sonra da acı meyvesini toplum devşiriyor böylece.”
“Suç, halkta değil” dedi baba. “Halkı yanlış yola itenlerdedir. Sen bu çocukların belleğine kazılan yalanı/yanlışı silmek yerine, onun daha da perçinlenmesine yardımcı olursan, onlar da yaşamları boyunca, bir burgu gibi beyinlerini delen bu yalan makinesinden kurtulamayacak bir türlü. Ulusal Eğitim Bakanlığımızın büyük suçu var bu anlayışın yayılmasında.”
Figen, babasına yardımcı oldu: “Öğretmenimizle dalaşan arkadaşımız da bunu söylemek istemişti o gün. Gel gör, eleştiriye dayanamayan öğretmenimizin imdadına, çalınan zil, yetişmişti.”
“Bak kızım” dedi Figen’in babası, konuşmasını sürdürdü: “Sen bir öğretmen çocuğu, bir öğretmen torunusun. Ben kendimden söz edeyim önce: Hiçbir zaman ayırımcılık yapmadım. Öğrencilerimin gözlerinin rengine, doğum yerlerine, inaçlarına, ağızlarındaki dile bakıp bir duruş sergilemedim. Günümüz öğretmenlerinin çoğunu bu anlayıştan uzak görüyorum. Öyle uzak değil, yakın bir zamanda, bir öğretmen, bir öğretmeni öğrencilerinin gözü önünde oruç tutmadığı, namaz kılmadığı için acımasızca öldürdü. İşte içinde bulunduğumuz bu çarpık eğitimin meyvesidir bu. Hele dedenizin zamanındaki öğretmenlik daha bir başkaymış…”
Ağlamaklı duruma gelen Figen, yerinden kalktı; hızla çalışma odasına geçti; birkaç saniye sonra elinde bir andaçla geri döndü.
Babası da duygulandı. “Dedenin günlüklerini numaraladım. Tam 30 yıl üşenmeden, atlamadan her gününü not etmiş. Hem de nasıl not? Andaçların her sayfası, küçük birer öykü; yazın değeri olan birer yapıt.”
Figen, art arda yaprakları çevirdi; bir yerde durdu. “Fırsat buldukça, dedemin yazdıklarını okuyorum ben. İlerde, Diren’in de okuyacağına inanıyorum. Bu elimdeki, dedemin son andacı. Size, Sivas’ta yakılan 37 güzel insan için yazdıklarını okumak istiyorum. Amacım, Diren de dinlesin.”
Masada bir sessizlik oldu.
Figen okudu: “Sivas koydum acının adını. O gün ben de yandım. Alevden bir harmandı tüm yanım/yörem. Kızgın bir sac konmuştu ayaklarımın altına. Başıma ateşten bir yağmur yağıyordu. Samyeli’nden beterdi suratıma çarpan rüzgâr. Korlaşmış demirden bir çubuktu elimdeki kalem. Bir kaynar kazandı fokurdayan yüreğim. Kaçmak istiyordum insanlardan; doğadan kaçmak istiyordum. Merdiven dayamış bulutlara tırmanıyordum. Yıldızları topluyordum birer birer…
O gün ben de yandım. Topladığım yıldızları düşürdüm art arda. Dibi görünmez bir kuyuya yuvarlandım. Başım aşağıda, ayaklarım yukarıda, topaç gibi dönmeye başladım ha babam. Kanım çekildi, göğsüm şişti, soluğum kesildi. Kıllarım diken diken, damarlarım kabar kabar oldu. Ağzımda dişlerim takırdadı; dilim şişti. Dudaklarım çatladı; gözlerim iki kaygan bilye gibi yıldızların ardınca süzüldü kaydı…
O gün ben de yandım. Apak bir güvercin oldum; döndüm durdum Sivas göklerinde. Bulutların üstüne kondum; gel gel eyledi bana aşağıdan dağ/taş. Çırptım kanatlarımı bir süre; bir kanadım Pir Sultan, bir kanadım Hacı Bektaş…
Evet, Pir Sultan’dım artık. Koynumda Hacı Bektaş’ın öğretisi; silahım saz, kurşunum söz’dü. Yüzyıllar önce sırmalı bir paşa çekti ipimi bu kanlı Sivas’ta.
O gün ben de yandım. Ak saçlı, ak yüzlü, onur yüklü iki saygın kişi oldum: Bir yanım Asım Bezirci, bir yanım Aziz Nesin’di. Karanlığın, aydınlığa dönüşmesi için uğraş verdim. İmgesel, fanatik, yazgıcı tutumları dışladım hep. Araştırdım, inceledim, eleştirdim. Emeği, sanatı, güzeli savundum…
O gün ben de yandım. Muhlis Akarsu, Nesimi Çimen oldum. Sazımla/sözümle oturdum namuslu belleklere. Hasret Gültekin’le Asaf Koçak’ın yüreklerine yüreğimi kattım. Metin Altıok da bendim, Behçet Aysan da. Adlarını ad’ım gibi bellediğim 37 güzel insandım artık. Ali oğlu Hüseyin’dim, başımı kestiler Kerbela’da. Şeyh Bedreddin’dim, Serez’in çarşısına kurdular darağacımı. Nesimi’ydim, derimi yüzdüler diri diri. Nazım’dım, neler neler getirmediler başıma…
Evet, o gün ben de yandım. Durmadan hep lanet ettim o güne. Kavlanmış kirpiklerimi aralamaya çalıştım; olmadı. Sol kolumun eriyerek omuzdan koptuğunu rahat ayrımsadım. Et, yağ, duman kokusuyla dolu olan burnum, görevini yapamadı artık. İlk kez korktum. Düş değil gerçekti yaşadıklarım. Sözcükler, dudaklarımla birlikte alevlerin içine döküldü: ‘Cennetinizin de, cehenneminizin de içine…’ dedim ve ölümsüzlüğe gömüldüm…”
Figen, göz çukurlarında biriken iki damla yaşı, sol elinin tersiyle silmeye çalıştı.
Diğer üçü de duygulandı.
Baba, tez elden duruma el koydu. “Bak kızım; Diren, çok küçüktü o zaman; ama sen, iyi anımsarsın: Dedeniz, her yıl yapılmakta olan ‘Hacı Bektaş Veli Törenleri’ni hiç kaçırmazdı. Son katıldığı tören dönüşü, bir kaza sonucu yaşamını yitirdi. O, çok duygulu bir insandı. Hacı Bektaş’a hayrandı. Gerçekçiydi. Hacı Bektaş için ‘Bir bilim küpü’ derdi. Ona bir ‘dilci’, bir ‘kurtarıcı’ olarak bakardı. Ben de aynı düşüncedeyim bugün. Hacı Bektaş’ın aynasında ‘insan’ vardır. Bu aynadaki görüntüde ırk, inanç, renk, dil ayırımı yoktur. Bu ulu pir, bir kapı gösteriyor bize; bizi, bize açmak istiyor. ‘Girin bu kapıdan’ diyor. ‘İçerde ne var, görün. Aslında siz insanlar, birer haznesiniz. Kendinizi tanıyın önce. Kendinizi tanırsanız, başkasını da tanımış olursunuz. Önce kendi yüzünüze sevgiyle bakın; sonra bu sevgiyi içinize akıtın. İçinizdekini de sevgi dolu bir dille çevrenize aktarın.’ Bu söz, onundur işte: ‘İnsanın cemali, sözünün güzelliğidir.’
Onun öğretisi, onun ışığıdır ki Mustafa Kemal’i ‘Atatürk’ yapmıştır.
Şahlar, padişahlar ondan esinlenmiş; onun şiirlerinin, söylemlerinin, eylemlerinin hayranı olmuşlardır.
Kendimi bileliden bu yana, onun şu dörtlüğünü soyadım gibi taşıdım: ‘Hararet nardadır, sacda değildir/ Keramet hırkada, taçta değildir/ Her ne arar isen kendinde ara/ Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir…’
Bana göre bu dörtlük, safsata dolu kerpiç kalınlığındaki nice kitaplardan daha anlamlıdır. Öyle ya; sen bu dünyada insanlık dışı her işlevde bulun: Çal/çırp, haram ye; onun bunun namusuna, yetimin hakkına göz dik; fitne/fesat bezirgânlığı yap; boğaz kes, adam yak; sonra da kutsal yerlere yüz sür; günahlarından arınmaya kalk… Olur mu böyle şey?
İşte sevgili kızım, biz ‘insan’ olduğumuzu bilirsek, insanlığın tanımını doğru yaparsak, bu tanımın doğrultusunda sorumluluğumuzu yerine getirirsek, ne öğretmeninle arkadaşın arasında bu tür bir tartışma doğar, ne insanlar diri diri yakılır, ne kardeş kardeşi boğazlamaya kalkar, ne de tüm dünya böylesine bir ‘kan gölü’ne dönüşür?
Hacı Bektaş’ın büyüklüğü burada işte…”
Figen, kardeşinin durumunu bilemezdi ama o, bugün sofradan daha bir tok kalkmıştı; o sabah okulun yolunu tuttuğunda, belleğinde sıralanan sözcükler, dilinin ucunda tümceleşip yine kendi kulaklarından belleğine geri dönüyordu:
“Ben de öğretmen olacağım; ama edebiyat öğretmenimiz gibi değil; babam gibi, dedem gibi” diye diye, okulun kapısından içeriye bir değişik giriyordu…
“Figen, kızım; çayını doldurdum, soğuyor.”
2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Yelda KARATAŞ “Gecenin Sütü” adlı öykü ile. 2.Ceren ALPTÜRKAN ERDİL “Taşın Ağırlığı” adlı öykü ile.
3.Fehmi SAĞLIK “Andaç” adlı öykü ile. 2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “Hikaye yi Hacıbektaş” adlı şiir ile.
2. ve 3. cülük iki şiir tarafından paylaşılmıştır:
Dr.Nedim UÇAR “Mermi Seslerine Alıştı Kuşlar” adlı şiir ile. Ali SERTTÜRK “Dememiş mi” adlı şiir ile. 4.Salim ÇELEBİ "Sine" adlı şiir ile. (Mansiyon)
2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Ali Ekber GÜLBAŞ “Kendinde Ara” adlı şiir ile. 2.Celal AYDOĞDU “Elde Arama" adlı şiir ile. 3.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “Sende Ara” adlı şiir ile. 4.Fikret DİKMEN "Kendinde Ara" adlı şiir ile. (Mansiyon)
Serbest Vezin Şiir Yarışması müşterek 2. ve 3. sü:
Dr. Nedim UÇAR
MERMİ SESLERİNE ALIŞTI KUŞLAR
Korku Bekler Dağların Al Şafağında, Kaçar Kardelenlerin Uykusu. Yıldızlar Düşer Karanlığın Ötesinden, Yaşam Katar Bir Ağaca, Tomucuğuna Çiçeğin, Bir Damla Su.
Savaşı Birlikte Büyüttük Umursamadan, Karası Ellerimizde. Yitik Sevdalarda Zaman, Savrulur Mavi Gök Yüzüne, Son Işıklar Güneşten Kalma, Karanlıklar İçimizde.
Yorgun Düştü Belleğimiz, Düşünmekten Dünü. Uçurumun Kıyısında Gölgeler, Kendimize Sürgünüz Şimdi, Gökkuşağının Renklerinde Görmek Ne Acı, Barışın Öldüğünü.
Mevsim Güze Döndü, Bulutlat Tutsak, Kader Midir Yoksulluk İnsana? Kır Çiçekleri Artık Barut Kokar, Mermi Seslerine Alıştı Kuşlar, Sinsice Gülüşlerin Dünyasında, Yüreği Yaralı Binlerce Ana.
Akşamın Kızılında Derin Sessizlik, Yalnızlık Yüreğimizde Yara. Ertelenmiş Umutlar Ülkesindeyiz, Özlemler Baş Ucumuzda, Suçu Başkasına Atmaya Gerek Varmı? (Her Ne Ararsan Kendinde Ara)
2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Yelda KARATAŞ “Gecenin Sütü” adlı öykü ile. 2.Ceren ALPTÜRKAN ERDİL “Taşın Ağırlığı” adlı öykü ile.
3.Fehmi SAĞLIK “Andaç” adlı öykü ile. 2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “Hikaye yi Hacıbektaş” adlı şiir ile.
2. ve 3. cülük iki şiir tarafından paylaşılmıştır:
Dr.Nedim UÇAR “Mermi Seslerine Alıştı Kuşlar” adlı şiir ile. Ali SERTTÜRK “Dememiş mi” adlı şiir ile. 4.Salim ÇELEBİ "Sine" adlı şiir ile. (Mansiyon)
2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Ali Ekber GÜLBAŞ “Kendinde Ara” adlı şiir ile. 2.Celal AYDOĞDU “Elde Arama" adlı şiir ile. 3.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “Sende Ara” adlı şiir ile. 4.Fikret DİKMEN "Kendinde Ara" adlı şiir ile. (Mansiyon)
Hece Vezni Şiir Yarışması İkincisi:
Celal AYDOĞDU
ELDE ARAMA
Beri Gel Cananım, Şöyle Beri Gel. Sende Yoksa Dostum, Elde Arama. Cihana Aynasın, Bu Gün Ve Evvel. Sende Yoksa Dostum… Elde Arama!
Büyük, Küçük Bilmez, Gönül Kırarsın, Mevla’yı Unutup Kusur Ararsın, Bilmeden, Etmeden Çamur Atarsın, Sende Yoksa Dostum… Elde Arama!
Sevdin Mi Bir Kere, Sevgi İstersin? Övdün Mü Bir Kere, Övgü İstersi? Saydın Mı Bir Kere, Saygı İstersin? Sende Yoksa Dostum… Elde Arama!
Sevgi Muhabbetmiş, Gönül İlacı. Doyurmadan Gezme,Mekke’yi, Hac’cı. Enel Hak Bağında Dinle Hallac’ı. Sende Yoksa Dostum… Elde Arama!
Darı Eker İsen, Darı Biçersin. Nefret Eker İsen, Nefret Biçersin. Sevgi Eker İsen, Sevgi Biçersim. Sende Yoksa Dostum… Elde Arama!
Şeytan Da Sende Dost, Melek De Sende. İkrar Da Sende Dost, İmanda Sende. İlimde Sende Dost, İrfan Da Sende. Sende Yoksa Dostum Elde Arama!
“Her Ne Arar İsen, Kendinde Ara” Sıtkı Candan Sarıl, Eriş Didara. Yarın Çekilince, Divanda Dara Sende Yoksa Dostum Elde Arama!
Pirimiz Biliriz, Hacıbektaş’ı. Muhammed Ali’dir Sevginin Başı. Rızasız Yeme Dost, Bir Lokma Aşı. Sende Yoksa Dostum… Elde Arama!
Aydoğdu Sözünü, Şöyle Bitirdi: Yobazlık, Cahillik Bizi Bitirdi. Edep, Yol, Bilmeyen Posta Oturdu. Sende Yoksa Dostum… Elde Arama!
|
|
|
|
|
|