ANA SAYFA
HABERLER
HACIBEKTAŞ
HACI BEKTAŞ VELİ
KÜLTÜR VE SANAT
HBV Anma Etkinlikleri
Gürbüz Sapmaz
Mithat Bektaş
Kazım Kalaycı
Bektaşi Fıkraları

ALBÜM
SANAL GEZİ
KÖYLERİMİZ
KÜNYE  VE  İLETİŞİM
SİTE HARİTASI






  Hava Tahmini

HACIBEKTAŞ

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

Kaynak: Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü

 



Buradasınız->: KÜLTÜR VE SANAT / 

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Bekir ÖZGEN “BİLGE BACI” adlı öykü ile.
2.Fehmi SAĞLIK “YAMURLU BİR GÜNÜN BİR DİLİMİ” adlı öykü ile.
3.Savaş ÜNLÜ “KARANLIĞA KIVILCIM OLACAKSIN” adlı öykü ile.

MANSİYON: Yılmaz GÜRBÜZ "AŞIK" adlı öykü ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “NE MUTLU SANA HACI BEKTAŞ” adlı şiir ile.

2.Dr. Salim ÇELEBİ “TARİH DÜŞSÜN ZAMAN” adlı şiir ile.
3.Nihat MALKOÇ "HÜR UFUKLARA DOĞRU" adlı şiir ile.
MANSİYON: H.Mübeccel ÜSKÜDAR “SEHER YILDIZI” adlı şiir ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Hüseyin ÇIRAKMAN “MERHABA” adlı şiir ile.
2.Fehmi SAĞLIK “BİLİM IRMAĞI" adlı şiir ile.
3.Hasan İPEK “PİR'İN DER Kİ..” adlı şiir ile.
MANSİYON: Mazlum CİHANGİR "KARANLIĞI YIRTAN AYDIN DÜŞÜNCE" adlı şiir ile.

 




Kısa Öykü Yarışması Birincisi

Bekir ÖZGEN

BİLGE BACI


Kocaları kahvede, çocukları okuldaydı. Kasabamızın kadınları oturmuş söyleşiyorlardı. “Şu Bilge Bacı diyorum...” diye söze girdi içlerinden biri. “Ben beni bildim bileli, böyle birini ne gördüm, ne de duydum. Melek desen melek değil, peygamber desen zaten kadından peygamber olmaz. Kimin ne derdi olsa doğru ona koşuyor. Ona akıl danışıyor. O da, çocuk demiyor, yaşlı demiyor, kendi derdi, sorunu yokmuş gibi, el âlemin yardımına koşuyor. Yemiyor yediriyor, içmiyor içiriyor. Kimsenin boynu bükük gezmesini içine sindiremiyor. Elinde avucunda, beyninde gönlünde ne varsa, gereksinme duyanların önüne seriyor.”

Bir başkası, onun eksik bıraktığını tamamlarcasına, “Doğru söylersin kardeşliğim. Ben bu yaşıma geldim, bu Bilge Bacı gibi verdikçe güzelleşen birini hiç görmedim. Sanasınız, vermek, mutlu etmek, onun ırası. Herkes, içindeki dinginliğe kendisini doyurarak ulaşırken; o, başkalarını esenliğe çıkararak varıyor.

“O kadarla kalsa neyse,” diye araya girdi bir üçüncüsü. “Bu Bilge Bacı’nın akıl erdiremediği hiçbir konu yok. Kimsenin bilmediğini biliyor, akıl erdiremediği sorunlara çözüm getiriyor.

Ya onun alçak gönüllüğüne ve de insanlar arasında ayrım yapmamasına ne demeli? Şimdiye kadar kapısından dönen mi var? ‘Yukarıdakiler, han hamamda; aşağıdakiler, din imanda!’ dediği mi oldu bugüne dek?

Dahası, giyim kuşam, temizlik paklık, ağırbaşlılık ve tutarlılık da ona vergi,” diyerek eksik gedik bırakmamaya çalıştı.

*

Gerçekten de, koca kasabada, Bilge Bacı dendi mi, orada duruluyor, gözler ışıyıveriyordu. Yediden yetmişe herkes, onu bu adla tanıyor, biliyordu. Gerçek adının ne olduğunu ne bilen, ne de soran vardı. Yaşadığı yerin iklimi ve doğası sert olmasına karşın o, yumuşaktan da yumuşak, sevecenden de sevecen kalmayı becerebilmişti. Kolları herkese açıktı. Canlıları, sevginin ve şefkatin büyütüp gönendirdiğini söylediğini duymayan, bilmeyen kalmamıştı.

Ona ilkin kimin “Bilge” dediği belli olmasa da, bu adın boşuna konmadığı ortadaydı. Bilinmeyenleri bilene, düşünülmeyenleri düşünene, başka bir ad da yakışmazdı zaten.

Kapısını herkese açık tutan bu sevgi yükü kadının, adındaki ikinci sözcük olan “bacı” ise insanların ona duydukları sevgi ve yakınlıktan kaynaklanmaktaydı besbelli. Söylenenlere bakılırsa, bu adı daha gençken kazanmıştı.

Köklü, bir ailenin en büyük kızıydı Bilge Bacı. Ataları, görmüş geçirmiş, mevki makam sahibi olmuştu. Çocuklarının, özellikle de kızlarının iyi yetişmelerine özen göstermişler, hepsinin de okumasına ve en az bir sanatla ilgilenmesine önayak olmuşlardı.

Bilge Bacı, savaş yıllarında sevdiği bir subayla evlenmişti. Kocası savaşa gitmiş, dönmemişti. O da bir daha kocaya varmamış, kendini ilme irfana, iyiliğe erdeme, çevresindeki insanların sağlığına ve esenliğine adamıştı. Yaptığı yardımlar, duyulsun bilinsin kabilinden değildi. Gösteriş yanı yoktu. Kime nasıl yararlı olabileceğini iyi biliyordu. Küçükle küçük, büyükle büyük olabiliyordu. Kısa zamanda kasabanın gören gözü, duyan kulağı, bilen beyni olup çıktı Bilge Bacı. Kucak dolusu kitapları yanında, akla gelen gelmeyen her konuya el atabiliyordu. Okuyup öğrendiklerini, çevresindeki insanlara yararlı olacak biçime dönüştürebiliyordu. Umarsız kalmış analar, yoksullar ve de çocukların, sıkıntılarını dinliyor, dertlerini dert biliyor, her birine derman arıyordu. Bu uğurda, gece gündüz demiyor, koşturuyordu.

Günün birinde, adı çok duyulmamış böylesi bir kasaba yerinde elde ettiği birikimleriyle oturup bir kitap yazdı. Dosyasını koltuğunun altına aldı, İstanbul’un yolunu tuttu. Adını sanını duyup adresini öğrendiği güvenilir bir yayıncının huzuruna çıktı.

“Size bir yapıt taslağı getirdim. Okutup inceletin. Beğenirseniz de, basın bunu,” dedi. Belli bir koşul ileri sürmedi. Ardından da, kasabasına kendi insanlarının arasına döndü. Bir kez daha işin, uğraşın içine düştü.

Aradan bir ay, ya geçmiş, ya geçmemişti ki, İstanbul’dan bir mektup aldı.

“Kızım,” diyordu ünlü yayıncı. “Romanını okuduk. Kalemin güçlü. Birikimin sağlam. Dile egemenliğin ise göz kamaştırıcı. İyi bir eserde aradıklarımızın eksiği yok, fazlası var. Ne var ki bu yapıtı gerçekten sen mi yazdın? Kasaba yerinde ömrünü geçirmiş birinin, üstelik bir kadının, böyle-sine güçlü bir eser ortaya koyması olası görünmüyor. Doğru söyle bir yerlerden mi buldun bunu? Hani, kusura bakmazsan, ‘arakladın mı?’ diyeceğim ama bunu söylemeye dilim varmıyor.”

Kasabanın yeni yazarı, okuduklarıyla donakaldı. Yüreğinden kurşun yemişe döndü. Kendisine yöneltilen suçlamalar yenir yutulur cinsinden değildi. Üstü kapalı da olsa, hırsızlıkla suçlanıyordu. Gözleri doldu. İçinde bir şeylerin eriyip gittiğini duyumsadı. Bir süre düşündükten sonra, elindeki titrek kalemden şu satırlar döküldü önündeki mektup kâğıdına:

“Değerli yayıncı. Kendimi nasıl savunacağımı bilemiyorum. Sahtekâr bir yazar olmaktansa, kasabamın Bilge Bacısı olarak kalmayı yeğlerim. Yazdıklarımı ülkemin insanları okuyamayacaklarsa, ben de kasabamdaki yok yoksullara okurum. Fırsat ve olanak buldukça, daha iyilerini de yaratmaya çalışırım. Yazdıklarımı beğendiğinizi belirtiyorsunuz. Eğer söylediğiniz doğruysa, bu övgü ve onur, benim için yeter de artar bile. Saygılarımı sunuyorum.”

Yazdıklarının üzerine birkaç damla gözyaşı düştü.

Yayıncı, kırdığı potun üzüntüsüne düşmüştü. Bir tansık yaratıp Bilge Bacı’nın gönlünü almalıydı. Uygun bir yöntem aradı. Düşündü taşındı. Ve yazarından habersiz, “KIR ÇİÇEKLERİ” dosyasını kitaba dönüştürmeye karar verdi. Bu arada, olan bitenlerden uzak olan Bilge Bacı, baba ocağında, kalemini elinden düşürmüyor, yazmayı sürdürüyordu. Bu bağlamda yakın çevresinden destek de görüyordu.

Sık sık kasabanın sokaklarını dolaşıp duruyor, sıradan gibi görünen insanların, daha çok da okuyamayan kızların, sorunlarına eğiliyordu. Bir yandan onların yaşam öykülerini kaleme alırken, bir yandan da, “Çiğdemlerim” adını verdiği bu kızların okuyabilmeleri için elinden geleni ardına koymuyordu. Kösteği bile, desteğe çevirebilmek için, var gücüyle çalışıyordu.

Bilge Bacı’nın KIR ÇEÇEKLERİ kitabı büyük bir ilgi odağı oldu. Kısa zamanda ünü yurdun dört bir yanına yayıldı. Dış ülkelerden, çeviri için başvurular gelmeye başladı. Adı dudaklardan düşmez oldu. Neye uğradığını şaşırmıştı Bilge Bacı.

Böylesine göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zaman diliminde, yokluktan çokluğa; azdan çoğa düşmüş olmasına kendinin de inanası gelmiyordu doğrusu.

İlk yapıtının bu önlenemez başarısı, gücüne güç kattı. Kitapların biri ötekini izledi. Yazdıkları, kasabasındaki yerel yaşamın, bir ucuyla evrenselliğe uzanan anlatısıydı. Bozkır insanının bilisizlikten, açlığa ve açmazlığa uzanan hazin ve yalın öyküsü yani…

Yapıtlarının tümünde, tensellikle tinselliği dengelerken, başka yazarlara öykünmeden, kendi yolundan gitmesi, bütün okurlarda derin bir hayranlık uyandırmıştı.

Kitapların geliriyle, kasabada bir kız öğrenci yurdu yaptırdı Bilge Bacı. Özellikle köylü kızların okuyabilmeleri için bütün olanakları seferber etti. Yurtta kalan öğrencilerin giderlerini o karşılamaktaydı. Ta başından beri, evini bırakıp yurda taşınmıştı. Yazmayı orada sürdürüyordu. Evliliğinde kendine gülmeyen yazgısının öcünü çevresindekilerin yüzünü güldürerek, alıyordu sanki. Bir yandan kasaba halkının açmazlarına çözümler ararken, bir yandan da yurttaki öğrencilerin sorunlarına çözüm üretmeye çalışıyordu.

Sırtlandığı yükün ağırlığından mı, yemeyi içmeyi bir kenara itmesinden mi bilinmez, sağlığı hızla bozulamaya yüz tuttu. Onulmaz bir hastalığa yakalandı. Günden güne güçten düştü. Yorgunluğa ve bitkinliğe karşı savaş vermekte zorlanır oldu.

Sevilmekten çok, sevmek; başkalarına kendini kurban etmek de, sağlığına sağlık katamamıştı. Acılara eğilmek, acıları dinlemek ve de acılara ortak olmak onu güçlü kılıyor gibi görünse de, aynı zamanda gücünü de yitirmesine neden oluyormuş demek ki. Gün günü arattığına bakılırsa, yokta var olmayı aramak, sanıldığınca kolay olmamıştı. Zira yüzündeki renkten, gözündeki ışıktan gittikçe eksilmeler olmaktaydı. Yaşama ilişkin ne varsa, onu korkusuzca kucaklamaya hazır sayılırdı sayılmasına da, ya sevilmeye olan açlığı ne olacaktı? Ondan bir nebze olsun pay alamayacak mıydı? Yaşam, acımayı bu denli iyi bilen birine acımasız olabilir miydi?

*

Bilge Bacı, her geçen gün, elden ayaktan düşerken kimselere belli etmese de gücü kuvveti belirgin bir biçimde kesilmeye başladı. Orasında burasında alışık olmadığı acılar oluştu. Bedeninin yetmezliğine ruhu da katılmakta gecikmedi. Dayancı, direnci tükendi. Uyku tünek yanına yanaşmaz oldu. Horozların sesine uyandığı günler gerilerde kaldı. Artık erinç bulduğu yer, yurt olmaktan çıkmış, evindeki yatağı olmuştu. Azrail’e kafa tutamayacağını anlamış olsa da, kolay teslim olmayı kendine yediremiyordu. Onca acı ve sıkıntıya katlanıyor, çektiklerini kimselere belli etmeme çalışıyordu.

Gelenin gidenin, girenin çıkanın belli olmadığı bir gündü. Nankörlük, uğursuzluk karabasan olmuş; kasabanın üstüne üstüne düşmüştü. Yaralı bilinç, yaralı bellek, kasabanın çatal dili olmuş, Bilge Bacı’nın evine akmıştı. Nerden, kimden çıktığı belli olmayan bir dedikodu yayılmıştı ortalığa. Hükümet, Bilge Bacı’nın eline kelepçe vuracak, doğru yargıçların karşısına dikecekti. Sonra da, “Koskoca memleketin okutamadığı köylü kızların eğitimi sana mı düştü?” diye soracaktı. “Kasabanın doktoru, veterineri, öğretmeni, hacısı, hocası imamı varken, halkın derdine derman olmak senin neyine?” diyecekti. Hangi odaklara hizmet ettiğini, ekonomik kaynaklarını kimlerden sağladığını araştıracaktı. Boyunu aşan işlere kalkışmasının bedelini ödetecek, onu anasından doğduğuna pişman edecekti.

Bunları duyan, durduğu yerde durur mu hiç? Kasabada, göbeğini kaşımaya alışmış kadınlı erkekli ne kadar insan varsa, sağa sola bön bön bakmayı bırakmış, söylentilerin arkasına düşüp, ta buralara, Bilge Bacı’nın evine kadar gelip doluşmuşlardı. İlk bakışta hangisinin işe, hangisinin boşa koşup geldiği anlaşılamadığından olmalı, dört bir yana öldürücü bir can sıkıntısı çöktü. Kimse kimsenin gözüne bakamıyordu. Suçlamakla suçlanmak arasındaki bir salıncakta gibiydiler. Korku, yürekten ve beyinden gözlerin ucuna gelip dayanmıştı. Ürkünün egemen olduğu yerde de, neler olmazdı ki?..

Dışarısı kadar içeriyi de kötülük sarmış, nefes almak güçleşmişti.

Birden, “Polisler geldi,” tümcesi duyuldu. Bıçak gibi keskin bir ses de, “Bu da mı olacaktı?” diyerek çevreyi buza kesti. Konu komşu olan bitene bir anlam veremedi. Oradaki hemen herkes şaşkınlığın kara kuyusuna düştüklerini sandı. Kendi iyilikseverliği ve erdeminin öcünden(!) çekinir gibi oldu. İnsanlık değerlerini bütünüyle yitirmediğini düşünen birkaç kişi, “Ulan bu ne biçim iştir?” diye birbirlerine sordu.

Kolluk güçlerinin içeri girmesiyle bir vaveyladır koptu. Görevliler, Bilge Bacı’nın evini altüst etmekte hiçbir sakınca görmediler. Sağı solu didik didik ettiler. Aranmadık yer bırakmadılar. Kitaplara, defterlere, yazılı ne bulabildilerse hepsine el koydular.

Bilge Bacı sessiz, Bilge Bacı suskun, Bilge Bacı devinimsiz kalmış, acı içinde onları izliyordu. Yüreği hiç kirlenmemiş ki, onlara tepki duysun. “Memur beylere çay yapın da içsinler. Onlar, kamu görevi yapıyorlar. İşlerini rahat görsünler,” dedi yanındakilere.

Evdeki hizmetli kadın, doğru mutfağa koştu. Giderken de, “O kimin bacısı?.. Bunca insanın bacısı olmak kolay mı?” dedi ağlamaklı bir sesle. “İçin için ağlasa da kimselere belli etmez acısını. Bunca yıldır yitirmediği inceliğini şimdi mi bozacak?”

Memurların içerdeki varlığından güç alan karanlık yüzlü kişilere gün doğmuştu. Bunu fırsat bilip, içlerindeki kini dışarı kusmak için lanet bir yarışa girdiler. Yüzünden düşen bin parça olan orta yaşlı biri, arsız arsız, “Tutuklansın bu ar damarı kopmuş kadın!” diye bağırdı. Bir başkası, “Çocuklarımızın körpe beyinlerine nifak soktu, zehirledi hepsini de. Bunun hesabı sorulmayacak mı?” diye veryansın etti. Birinin bıraktığı yerden sözü öteki kaptı. Bu acımasız karalama yarışında yerini aldı. “Kasabamızın yüz karası. Ne olduğu belirsiz vicdansız!” diyenler, “Cehennem ateşinde kavrulsun!” diye öfke kusanlar oldu.

“Bunlar da kim oluyor?” diye düşünenlerin yanında, iki gözü iki çeşme ağlayanlar da vardı.

“Ayıptır bu yaptığınız. Ayıptan da öte günahtır. Kiminize ne kötülük etti bu iyilik meleği kadın da böylesine kin kusup duruyorsunuz?” diye çıkıştı içlerinde dimdik duran gençlerden biri. Onun bu tavrından yüreklendiği anlaşılan bir yaşlı da, “Ömrüne bereket, karayeğenim,” dedi; “bu densizlerin başını boş bıraktın mı, akı karaya boyarlar, yaşamı zehir ederler.”

Onun yanı başında duran arkadaşı dayanamadı, “Bu insanlara iyilik mi yarar? Aç midesine ekmek uzatsan elini ısırır. Sırtında taşısan beline kazma vurur. Bu fitneciler, daha dün, gitmedik doktor, görünmedik üfürükçü bırakmayıp, son umar ocağı olarak Bilge Bacı’nın kapısını çalanlar değil mi? Dürüstlüğün, yardımseverliğin karşılığı bu mu olmalı?” diye sordu gözündeki yaşı silerken.

“Şu asalak sürüsüne bakın hele!” diye yakındı içlerinde en genç görünen bir kız da. “Bunlar tam bir kurt sürüsü. Et kokusu aldılar mı, utanmayı arlanmayı bırakırlar, kendi yavrularını yerler. Yaşam boyu her şeyini kendilerine adamış Bilge Bacı gibi biriyle ne alıp veremedikleri varsa!..” diye içini boşalttı. Ardından da, “Bunların tutun birini, vurun ötekine,” diyerek hırsını almaya çalıştı.

Olan bitenleri baygın gözlerle izleyen Bilge Bacı’da can bitkin, dil tutsak, yüz bulutluydu. Neye ne anlam vereceğini bilemiyordu. “Kendimi yalan bir yaşamla mı aldattım yoksa?” diye düşündü. Yaşamın, kendisi için yaşanmaya değer bir yanı kalıp kalmadığını sorguladı. Yine de, içinden kimselere sitem etmek gelmiyordu. Bilgeliğin hiçbir şeye benzemeyen hoşgörüsüyle, “İnsan yanılabilir,” diye fısıldadı.

Üzerine tanış olmadığı bir yorgunluk gelip oturmuş, içi boşalmış çuvala dönmüştü birdenbire. Yüzü sarardı. Kanı kaçtı. İçerideki kendine bakanları süzdü bir bir. Acır gibi oldu tümüne de. Bunca zamandır ezilmişliklerinin, dışlanmışlıklarının, küçümsenmişliklerinin öcünü kendisinden almak ister gibi bakan bu gözlerde neler görmüyor ki? “Bu da yaşamın bir başka yanı olmalı,” dedi kendi kendine. Kendi gibi olmayanları, kendine benzemeyenleri hiçbir zaman dışlamamış ki, şimdi onlara yan gözle baksın. Elinden gelse hepsini buyur edecek, yanına oturtacak, kendi dertlerini bir yana itip onları baş tacı edecek. Edecek etmesine de, buna fırsat vermek istemeyenler ondan daha dirençliler. Onlardan biri:

“Kasabalıları, çoluk çocuk demeden, dinden imandan etmeye, gâvur yapmaya çalıştı bu imansız kadın,” diye bağırmaya başladı. Fesat bakışlı birkaç kişi “Doğru söylüyorsun,” diye kekeleyerek onay verdiler ona.

Yaşamın kokusu geliyor gibi olsa da Bilge Bacı’nın burnunun ucuna; onu içine çekecek ne gücü ne de isteği kalmıştı. Gevrek bir dal gibi kırılıp düştü oturduğu yere. Oracıkta yığılıp kaldı.

Onun ölmek üzere olduğunu anlayan kalabalıktan değişik sesler, anlaşılmaz homurtular işitildi. Saçı sakalına karışmış biri öne çıktı, korkusuz ve de küstahça, “Kelime-i şahadet getir!” diye bağırdı. Onun destekçisi olduğu anlaşılan yanındaki takkeli, “Ölürken edilen şahadet, imanı kurtarmaz,” diye fetva vermekten çekinmedi. Onların eksik bıraktığını da, kasabanın delisi tamamladı, “Öyleyse, nam zını kılmak caiz değildir!”

Tüm bu olup bitenleri neredeyse bütün kasabalı seyrediyordu. Kimsede çıt yoktu. Suskunluk ağır bir sis olup inmişti. Sanasınız yaşamın tüm renkleri solmuş, kimsenin onu kuşanmaya dermanı kalmamıştı. İşte tam da o anda, olan oldu. Hiç beklenmedik bir devinim oluşuverdi kendiliğinden. Bilge Bacı’nın elindeki avucundakini, beynindeki yüreğindekini uğruna serdiği sekiz on kızın içinden sarı etekli, sarışın bir kız gelip dikiliverdi orta yere. Bütünüyle sarıya kesmiş yüzüyle; “Sözüm sizedir ey densizler! Utanmaz gafiller. Alın, alın, alııın, işte burada …” diye bir çığlık attı. “Değil mi ki namazı kılınmazmış, alın, bu lanet okuduğunuz güzel bedeni de, o pis başlarınıza çalın öyleyse!”

Başladı iki gözü iki çeşme ağlamaya.

Sözlerini birbirlerinin ağzından kaparcasına konuşan ahali, kedi adımlarıyla dışarı çıktılar birer birer. Gel gelelim, içerdeki polisler şaşkın mı şaşkındı. Olanlardan onlara da pay çıkmıştı. Şimdi, neyin, nasıl zaptını tutacaklar, evdeki hangi evrakı kime ne için götürecekler di?

Bilemez oldular.

Bilge Bacı’nın başına gelenlerin kara mı, kızıl mı, yeşil mi olduğu belli olmayan bu haber, tez duyuldu dört bir yanda. Ertesi gün, gün kuşluğa vurduğunda, ortalığa acı bir sessizlik çöktü. Çiğdemler, Bilge Bacılarının cansız bedeni başında nöbet tutmaya başladılar. İçerden dışardan arkası gelmez bir insan seli aktı kasabadaki Bilge Bacı’nın evine. Meğer ne çok seveni, ne çok arkasından geleni, gelmek isteyeni varmış.

Yetkililer ölümün aslını astarını araştıradursunlar, aydınlık yüzlü bir yığın insan, hep birlikte ağlamanın güzelliğinde buluştular.

Uykusuz bir dizi kavağın altından geçtiler. Kimileri gözündeki yaşı göstermemek için başını yere yıkmış, kimileri utanırım diye göğe bakamıyordu. Bir yara açılıyordu ki önce bilisizliğe sonra da umutsuzluğa, ölçmeye kalksanız sonsuzluğa varıp dayanacaktı. Esenliğe giden yolun onurlu bir ölüm olabileceğini düşünenler bile vardı sayıları çok az da olsa. İşte tam o anda, ön sırada yürüyen kasabanın sözü dinlenir, arkasından gidilir olan yaşlısı Danışata birden durdu. Arkadan gelenlere dönüp “Görüyorsunuz değil mi, bilisizlik, kördür ve de her kötülüğün köküdür. Bunlar utanmasalar, çıkarın ve paranın heykelini dikerler alimallah! Bugün, hepimiz ibretle izledik ki, çıkar her kılığa giriyor ve her dilden konuşuyor,” dedi dokunaklı bir sesle.

Ona, yanındaki arkadaşı destek verdi bu kez de, “İyiler,” dedi, “düşmansız olmuyorlar, belki de o nedenle genç ölüyorlar. Başlarının her zaman dertte olması da cabası!”

Konuşulanlara noktayı koymak da, onlara kulak kabartan kasabanın delisi Veli’ye düştü:

“Düşünce karanlığına ışık tutamayan cahil bir kral, taç giydirilmiş eşektir.”

Kimileri, söyleyeceklerini, “Bilge Bacı, bir Anadolu kalıtının belki de son halkasıydı. Güzel yaşadı; ama güzel ölmedi ne yazık ki! Sessiz sedasız çekip gitti aramızdan. Hele ki, yokluğunu çiğdemleri dolduracak,” diye uslarından geçirdi.

Kimileri de, söylemek isteyip de söyleyemedikleriyle döndü evlerine.





2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Bekir ÖZGEN “BİLGE BACI” adlı öykü ile.
2.Fehmi SAĞLIK “YAMURLU BİR GÜNÜN BİR DİLİMİ” adlı öykü ile.
3.Savaş ÜNLÜ “KARANLIĞA KIVILCIM OLACAKSIN” adlı öykü ile.

MANSİYON: Yılmaz GÜRBÜZ "AŞIK" adlı öykü ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “NE MUTLU SANA HACI BEKTAŞ” adlı şiir ile.

2.Dr. Salim ÇELEBİ “TARİH DÜŞSÜN ZAMAN” adlı şiir ile.
3.Nihat MALKOÇ "HÜR UFUKLARA DOĞRU" adlı şiir ile.
MANSİYON: H.Mübeccel ÜSKÜDAR “SEHER YILDIZI” adlı şiir ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Hüseyin ÇIRAKMAN “MERHABA” adlı şiir ile.
2.Fehmi SAĞLIK “BİLİM IRMAĞI" adlı şiir ile.
3.Hasan İPEK “PİR'İN DER Kİ..” adlı şiir ile.
MANSİYON: Mazlum CİHANGİR "KARANLIĞI YIRTAN AYDIN DÜŞÜNCE" adlı şiir ile.





Kısa Öykü Yarışması İkincisi

Fehmi SAĞLIK

YAĞMURLU BİR GÜNÜN BİR DİLİMİ



Gök çatlayacak nerdeyse. Yöre kapkaranlık. Ne apartmanlarda ne de sokakta ışık var. Arada bir şimşek aydınlatıyor odamızı o kadar.

Eşim, bunca gürültüden habersiz horluyor ha babam. Ne ikide bir çakan şimşek, ne gök gürlemesi, ne de yağmurun cama vuruşu, eşimin horlamasını kesebiliyor. Yine de onu uyandırmamak için usulca çıkıyorum yataktan. Ellerimin gözlerime buncasına yardımcı oluşuna ilk kez tanık oluyorum. Ayaklarım da ellerime arkadaşlık yapıyor.

Güçlü bir şimşek çakıyor o an. Salona geçiyorum. Korkunç bir gök gürlemesi, kulak zarlarımı parçalayacak nerdeyse. Böyle giderse pencere camlarının bu sese dayanamayacağını düşünüyorum. Bu arada bir kapı gıcırtısı oluyor. Kapı ve pencerelerin hangi odaya özgü olduğunu gıcırtılarından rahat tanıyorum. Eşimin, yatak odasından çıkıp mutfağa girişini izler gibi oluyorum. Sonra silik bir ışık, salon kapısının buzlu camını delip içeriye sızıyor; ışıkla birlikte eşimin sesi de konuğum oluyor.
“Karanlık çok kötü. Şu elektriği bulan adam, cennetlik değil de nedir? Neden uyandırmadın beni? Demek kalkmasaydım karanlıkta kalacaktın? Kibritin yeri belli; mum hazırda. Kibriti çakıp mumu yakmak kalıyor sadece…”

Sorduklarına yanıt beklemeden gözlerini gözlerime diken eşim, elindeki mumu sehpanın üstüne yerleştirirken, yaramaz çocuğuna uslu durmasını öğütleyen bir anne gibi konuşuyor:
“Yağmur yavaşladı. Sabah olmak üzere. Ben demliği ocağa koyuyorum; sen
mum ışığında yağmuru izle.”

Hiç konuşmuyorum; dilim ağzımda yok gibi.
Eşimin ardınca sürüklenen gözlerim, torunumun duvardaki fotoğrafına rastlayınca duruyor. Fotoğraf, mum ışığında daha bir değişik görünüyor. Torunum, kirpiklerinikırpmadan bakıyor bana. Elim çenemde dalıyorum.

Son zamanlarda TV’ler, sürekli savaş haberleri veriyor. Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de insanların ‘ekin misali’ nasıl biçildiğini gösteriyor. Bunların içinde çocuklar da var. Bu yanıp kavrulan, bedenleri rüzgâra kapılmış birer naylon poşet gibi savrulan çocukların da birer fotoğrafı var kuşkusuz. O fotoğraflar belki böyle bir duvarda, belki de bir babanın para cüzdanında, ya da bir annenin çantasında olanlardan habersiz, onlara bakacak bir çift göz bekliyor şimdi. Belki de bu fotoğrafların sahiplerine kıyanların da koynunda o yaşlarda birer fotoğraf vardır.

Dudaklarım titriyor, içim burkuluyor. Bir sancı giriyor her iki kasığıma; kıvranıyorum. Ağzımın içi çamurla doluymuş gibi geliyor bana. Düşünüyorum yine de:

Bir ‘yangın harmanı’ savruluyor tüm dünyada. Canlı/cansız ne varsa bu harmana karışıp kül oluyor. ‘Karanlık düşünceli kıyacılar’ eliyle savruluyor bu harman. “Karanlık çok kötü” demişti eşim. Eşim haklı. Karanlık, gecenin, görünmezliğin adıdır; ‘körlük’tür. ‘Düşünce karanlığı’ daha beterdir. Güneşin varlığı sürdükçe yöre karanlığı, aydınlığın altında kalacak hep. Ama düşünce karanlığını ne mum, ne elektrik, ne de Güneş aydınlatabilir.Onun panzehiri, yine insanoğlunun aydınlık düşüncesidir.

Bir ara kendimden korkuyorum. Karşımda eşim varmış gibi sesli düşünüyorum. O külleri göğe savrulan yavruların anaları geliyor gözlerimin önüne.

Yağmur yavaşlıyor; hava ışımaya başlıyor. Mum ışığı gittikçe silikleşiyor. Tabak kaşık sesleri geliyor mutfaktan. “ Eşim, kahvaltıyı hazırlıyor” diyorum içimden. Dalıyorum yine.

‘Analık duygusu’, ‘analık görevi’ sadece insanlara özgü de değil. İnek, doğurduğu buzağıyı yalar, hemen ayağa kaldırır onu. Kırlangıç, yavrusunu uçurabilmek için onun yöresinde kanat çırpar durur. Tavuk, ardındaki civcivlerden birine göz diken it’in üzerine tüylerini dikleştirerek saldırır. Son zamanlarda ‘karanlık düşünceli insanlara inat’ maymunların kedi yavrularını; köpeklerin de balıkları koruduğuna yakından tanık oluyoruz.

Bir kapı gıcırtısı daha. “Oturma odasınındır” diyorum. Burası ‘kitaplığımız’dır aynı zamanda. Kitapların üstüne ünlü düşünür ve bilge Hacı Bektaş Veli’nin “Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu” özdeyişini yazıp asmışız. Eşim de ben de iyice inanmışız ki ‘düşünce karanlığı’nı bilim, bilim adamları, kitaplar, kitapları yazanlar aydınlatabilir ancak.

Deminki tufandan iz kalmamış; yöre ışıl ışıl.

Eşim, kitaplıktan sesleniyor:
“Düşünüyorum da şu Hacı Bektaş, ne büyük adammış; ta 1200’lü yıllarda böylesine güzel, böylesine gerçekçi, böylesine kalıcı ve de dupduru bir Türkçe ile paha biçilmez özdeyişler söylemiş.”

Ben de oturduğum yerden sesleniyorum eşime:
“Bir arkadaşım söylemişti: ‘Hacı Bektaş, Türkçe düşünmenin adıdır.’ Ben de öyle düşünüyorum. Onun öğretisinde imece vardır; paylaşım vardır. Hak, hukuk, adalet vardır. Eşitlik, demokrasi vardır. Sözün özü: çağa yakışırlık vardır. İnsanlık tarihinde ‘ışık kaynağı’ olmuş birçok sima vardır; Hacı Bektaş, bunların en önemlilerinden biridir.”

Yağmur yeniden başlıyor. Cama yaklaşıyorum. Gruplar halinde öğrenciler geçiyor pencerenin önünden. Her grupta ya bir, ya iki şemsiye var. Şemsiye sahipleri, diğerlerini de yağmurdan korumaya çalışıyor. Öğrencilerin bu paylaşımcı girişimleri, insancıl davranışları duygulandırıyor beni; haberleri olmadan alkışlıyorum onları. Onlar işin ayrımında değiller ama ben tanıyorum bu öğrencileri. Bunların çoğu işçi çocukları. Önünde oturduğum pencere kapının tam üstünde. Öğrencilerin konuşmalarını rahat işitiyorum. Bazen pencereden sakınarak kapının kenarına yaslanıp konuşuyorlar. Karıncalara benzetiyorum onları. Bir grubun geldiği yöne, bir diğer grup gidiyor. Kesişme noktaları pencerenin önü. Endüstri Meslek Lisesi öğrencileriyle Ticaret Meslek Lisesi son sınıf öğrencileri bunlar.

En çok da bir çift güvercine benzeyen, ikisinin de gözleri cıncık mavisi, saçları aynı renk/ aynı biçim kesilmiş, kırmızı bereli, kırmızı atkılı, kitaplarını her gün koltuk altlarında taşıyan şu iki kız öğrenci dikkatimi çekiyor; sürekli edebiyat ve din bilgisi öğretmenlerinden söz ediyorlar. Sözü edilen her iki öğretmen tipi silinmeyecek bir biçimde belleğime oturuyor. Ayrı şubelerde olmalarına karşın öğretmenleri ortak. “Edebiyatçı”yı çok seviyorlar; “dinci”den yakınıyorlar. “Dinci”, kız öğrencileri sıraların üstüne çıkartıp namaz kıldırtıyormuş.

Yağmurdan korunmak için balkon çıkıntısının altına iyice yerleşiyorlar. Birinin elinde şemsiye var.

Konuları bugün de aynı.

Bu arada eşimi işaretle yanıma çağırıyorum; sessiz olması için de işaret parmağımı ağzıma götürüp uyarıyorum onu.

Öğrencileri rahat işitiyoruz.

Eli şemsiyeli konuşuyor:
“Mahir Öğretmen’in dönem ödevi olarak verdiği kompozisyonu yazdın mı?”
“Yazmadım” dedi diğeri.
Eli şemsiyeli:
“Ben yazdım. İstersen okuyayım sana?”
“Islanmasın sonra.”
“Zararı yok; karalamadır. Dinle öyleyse:

Düşünce Kirliliği
Kirliliğin iyisi olmaz. Ama en kötüsü ‘düşünce kirliliği’dir. Yöre kirliliğinin, beden kirliliğinin temizlenmesi, o denli de zor değil. Ama kirli düşünceyi beyinlerden silip atabilmek için insanoğlunun alnındaki damarlar çatlar. Bütün olumsuzluklar kirli düşüncelerin ürünüdür. Düşünce kirli oldu mu, yöre de kirlenir beden de.

Yörenin kirlenmesi, sadece kirletene zarar vermekle kalmaz; canlı/cansız tüm varlıklar etkilenir bundan. İnanç, umut, güven duygusu yok olur insanlarda. Bir karanlıktır çöker yöreye. Bir kalın dumandır boğar canlıları.

Şimdi böylesi bir ortama tanık olan insan nasıl bir görünüm sergiler? Nasıl çarpar göğüs kafesindeki yumruk büyüklüğündeki o et parçası? Düşünmez mi şimdi kafasının tasındaki varlık? Duygularının belirgin kapısı olan gözleri sulanmaz mı? Elleri, dizleri titremez mi? İlle ‘insan’ olmak da koşul değil. Diyelim ki minnacık bir kuşum ben. Adıma ister ‘serçe’ ister ‘bıldırcın’ deyin. Göçmen bir kuş da olabilirim. Belki bir ‘kırlangıç’, belki bir ‘leylek’. Tutun ki gül dalında bir ‘bülbül’üm. Gerilmiş telefon tellerine konan bir ‘güvercin de’ olabilirim. Avcının kolunda ‘şahin’, kale burçlarında ‘kartal’ım belki de. Ya da bulutları delen katarlanmış ‘turna sürüsü’nden ayrı düşmüş biriyim. Diyelim ki suya inmiş güzel gözlü bir ‘ceylan’ım. Dağların eteklerinde biten bir ‘nergis’, ya da bir ‘sümbül’üm. Yamaçlarda ‘çiğdem’, ovalarda ‘lale’yim. Çiçekler arasında koşuşturan bir ‘kelebeğim’. Yazdan kışa hazırlanan bir ‘karınca’, bal yapan gerçek bir ‘arı’yım.

Bir badem ağacıyım çağla vermeye hazır. Dallarında kuşların cıvıl cıvıl kaynaştığı bir erik ağacıyım.

Sözün kısası bir canlıyım ben: Bitkiyim, hayvanım, insanım. Sınırsız gereksinim duyarım havaya, suya. İnsanı aklaştıran düşünceye/duyguya, ışığa büyük gereksinim duyarım.

Gözlerim ışığı görürse ışıldar. Kulaklarım, hoş olanı işitirse rahatlar. Ciğerlerim, temizi solursa bayram eder. Beynim, aydınlığı sergilerse mutlu olurum.

İnsanım ben; dalından zamansız bir tomurcuğun koptuğunu görürsem üzülürüm. Genç bir fidanın suyu kesilip kurutulursa acı duyarım. Karıncayı ezen ayaktan, ceylanı yaralayan elden tiksinirim. Karanlık düşünceye düşman kesilirim. Kimi zaman aklımdan geçenler çok üzer beni: Ya kararırsa dünyam, ya kirlenirse? Üzüntüm ikiye katlar beni o zaman; kırar belimi. Dizlerim tutmaz; ayaklarım tökezler. Dilim ağzımda şişer ağırlaşır. Gözlerim çatallaşır, yüreğim daralır, soluğum kesilir. Yine de belleğimi zorlar, dilimi zorlar, sorarım kendi kendime: Hani nerede soluklanacağım hava? Isısına, ışığına büyük özlem duyduğum Güneş nerede? Nerede maviyle lacivert karışımı o güzel deniz? Peki, şimdi ben hangi gökyüzünde uçacağım? Hangi ağacın dalında şakıyacağım? Hangi katmerli gülün kokusunu ciğerlerime çekeceğim? Hangi temiz sudan kana kana içeceğim? Hangi çiçekten bal toplayacağım? Nasıl tomurcuğumu çatlatacak, nasıl meyveye gebe kalacağım?
Kuşun yerine de düşünürüm; balığın yerine de.
Ceylanın yerine de konuşurum; ağacın yerine de.
Çünkü ben insanım…”

Eşim, kendini tutamıyor. “İnip şu kızın gözlerinden öpeceğim” diyor.

“Olmaz” diyorum; engel oluyorum eşime.
“Bu tür sevmek daha güzeldir. Yağmur da durdu. Bırak çocuklar okullarına gitsinler. Bizim gibi düşünenlerin umut ışığı da böylesi gençlerdir. Anlaşılan o ki bu güzel kızımız, Hacı Bektaş Öğretisi’ni çok iyi kavramış. Ulus olarak o öğretiyi bir özümseyebilsek, ne karanlık kalır ortada ne de kirlilik. O zaman daha bir hoş kokar şu bastığımız toprak. Toprak daha da anaç olur. Gökyüzü ışıl ışıl, yıldız yıldız parlar. Kuşlarımız daha özgürce uçar havalarda. Yanımız/yöremiz böylesine bir kan gölüne dönüşmez. Bir ‘sevgi bahçesi’ olur dünyamız. Güllerimiz daha katmerli açar, daha güzel koku verir. Kelebeklerin uçuşu, arıların bal yapışı bile değişir. İnsanların acıları, açlıkları son bulur. Irk, dil, din, renk, cins ayrımı; insanları böylesine birbirine düşman kılmaz…”

Korkunç bir gök gürültüsü, konuşmamı kesiyor burada.

Öğrencilerin ardınca sürüklenen eşimin bakışı, çakan şimşekle birlikte üzerime

saplanıyor.

İkinci gök gürlemesinden sonra eşim, çok kısa konuşuyor:
“O cıncık mavisi gözlü, tatlı dilli kızımızla birlikte düşlediğiniz o güzel dünya gerçek olsaydı, ne hoş olurdu…”

Yağmur yeniden başlıyor; yağsın bakalım…






2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Bekir ÖZGEN “BİLGE BACI” adlı öykü ile.
2.Fehmi SAĞLIK “YAMURLU BİR GÜNÜN BİR DİLİMİ” adlı öykü ile.
3.Savaş ÜNLÜ “KARANLIĞA KIVILCIM OLACAKSIN” adlı öykü ile.

MANSİYON: Yılmaz GÜRBÜZ "AŞIK" adlı öykü ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “NE MUTLU SANA HACI BEKTAŞ” adlı şiir ile.

2.Dr. Salim ÇELEBİ “TARİH DÜŞSÜN ZAMAN” adlı şiir ile.
3.Nihat MALKOÇ "HÜR UFUKLARA DOĞRU" adlı şiir ile.
MANSİYON: H.Mübeccel ÜSKÜDAR “SEHER YILDIZI” adlı şiir ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Hüseyin ÇIRAKMAN “MERHABA” adlı şiir ile.
2.Fehmi SAĞLIK “BİLİM IRMAĞI" adlı şiir ile.
3.Hasan İPEK “PİR'İN DER Kİ..” adlı şiir ile.
MANSİYON: Mazlum CİHANGİR "KARANLIĞI YIRTAN AYDIN DÜŞÜNCE" adlı şiir ile.

 




Kısa Öykü Yarışması Üçüncüsü

Savaş ÜNLÜ

KARANLIĞA KIVILCIM OLACAKSIN


Davullar vuruluyor, üflenen zurna sesleri dağların doruklarıyla sarmaş dolaş oluyordu. Dağlarda yankılanan davul zurna ezgisiyle yörenin kurdu kuşu sevince ortaktı kendiliğinden. Zurnacı coşkunun doruklarına kaptırmıştı kendini. Zurnaya üflerken yanakları patlayacakmış gibi şişiyordu, incecik yüzlü adamın. Davula öyle sert, öyle seri vuruyordu ki davulcu, davulun derisinin patlaması an meseleydi her vuruşta.

Sarı, mor, kırmızı çiçekler tüm köyü sarmıştı. Dağların yamaçlarına dek uzanıyordu tablo gibi görüntü. Doğadaki şenliğin tam zamanıydı. Görüntü, alanlarında ün yapmış birçok ressamı kıskandıracak denli canlıydı, hoştu. Yörenin esintisi bol derler. Oysa o gün çiçeklerin dansı, yerinde duramayışları sevince ortak olmak içindi. Doğa ana en büyük ressamdı. Onun elinden çıkmış tablonun coşkusunu gören yok gibiydi. Herkes Muhtar’ın biricik torunu Çiçek’in mutluluğunu paylaşıyordu. Bir çiçek gibi narin, gösterişli, güzel Çiçek evleniyordu.Köyün ortak sevinci bu yüzdendi.

Muhtar, ortalıkta bir ceylan gibi süzülerek gezen torununa bakıyordu. Bakışlarındaki sevecenlik, beğeni görülmeye değerdi. Böyle güzel, alımlı bir toruna sahip olduğu için çok mutluydu. Köyde ilk aşı uygulamasını torunu Çiçek’te başlatmıştı. Köyün ilk aşı olan bebeğiydi biricik torunu. Höllük denen saçma bir uygulamayı da torununda kullandırmayıp höllüğe hayır demişti. Bunlar için nasıl da mücadele vermişti. Aylarca, yıllarca çalışıp çabalayıp köyde muhtar seçilmişti. Yapacağı ilk iş, sağlık ve eğitim işlerini düzene koymak olacaktı.

Muhtar seçilene dek aşısız, ilaçsız olarak bir ahlat fidanı gibi büyümeye bırakılan çocuklara sağlıklı yarınlar hazırladı. Boynuna bir muska bağlamakla hiçbir sorunun çözüleceği yoktu.

Köyde ilk aşı yapılan, bundan başka ilkokulu ilk bitiren kız olmuştu Çiçek. İlkokuldan sonra ortaokul, lise, eğitim enstitüsünde okuyup öğretmen olmuştu. Köyde ilk kez bir kız meslek sahibi olabilmek için mücadele etmişti. En büyük desteği dedesinden alıyordu. Çiçek, köyde ilklerin öncüsü olmuştu. İstese doktor, mühendis de olabilirdi. O şunu söylüyordu: “Öğretmen olacağım, karanlık köylerde ışığa hasret çocuklara, özellikle de kızlara eğitim öğretimi götüreceğim.” Bunları düşünürken Muhtar Halit’in gözleri sulandı. Hıçkırıkları boğazında düğümlendi. Mutluluk gözyaşlarına engel olamadı…

Köy düğünü bu, başka şeye benzemezdi. Allı morlu giysisini üzerine geçiren soluğu düğün alanında almıştı. Birbirini kesiyordu gençler, kaçamak bakışlarıyla. Koca koca kazanlar, ateşin üstünde yerini almıştı. İçlerinde et kaynatılıyor, pilav pişiriliyordu. Muhtar Halit’e de o yakışırdı.

Davul zurnanın yarattığı coşku insanları pek harekete geçirememişti. Üç beş kişi oynuyor, coşkuya ortak oluyordu. Köy halkının çoğu bakınmakla yetiniyordu. Çok istemelerine karşın bedensel engeller buna izin vermiyordu. Aksayarak, birbirine tutunarak yürüyen, hareket edenler azımsanmayacak denli çoktu. Düğün bu, coşkuya katılmak gerek, diyenler zor da olsa oyuna katılıyorlardı. Yekinerek, birine tutunarak oynayanların coşkusu da görülmeye değerdi. Muhtar Halit, ıslak gözleriyle Çiçek’e bakıyor, içinden de, torunum da yürümeyebilir, ona buna muhtaç olabilirdi, diye geçiriyordu. Ne iyi ettim de kara düşünceyi yıktım. Aşısız, ilaçsız, iğnesiz çocuk gelişir mi, diyordu. Kendinden önce bunu düşünemeyenlere kızıyordu. Büyük mücadele vermiş, aşısız çocuk bırakmamıştı. Gelen doktorları, hemşireleri, ebeleri kendi evinde konuk ederek sahip çıkmıştı. Kendi kızına sahip çıkamamış, ama torunu ve onun yaşındakileri hastalıklardan koruyacak aşıların yapılmasına ön ayak olmuş, yanına da jandarmayı alarak hane hane dolaşmış, zorunlu aşı yaptırmıştı. Kaç kişiyle boğaz boğaza gelmişti. Yılmamıştı. Dünyayı askerde öğrenmişti. Bölük komutanları İsmail Yüzbaşı, ona doğruları öğrenmesi için yardımcı olmuş, karanlık düşüncelerden arınmasını az çok sağlamıştı. Komutanları sayesinde dünyayı başka bir gözle görmeye başlamıştı.

Askerliği bitip de köye dönünce neler yapabilirim, köyü karanlıktan nasıl kurtarabilirim, sorusu yıllarını aldı. Köydeki kötü gidişe bir dur demek gerekti. Köyde kötü bir düzen vardı. Sağlıksız, eğitimsiz kuşakların yaşadığı köyden ne beklenebilirdi? Muhtar, ihtiyar heyeti köyün üzerine bir kara bulut gibi çöreklenmişti. Yarardan çok zararları oluyordu köye. Düşündüklerini gerçekleştirebilmesi için yönetime geçmeliydi. Bunu gerçekleştirmek yıllarını aldı. Gençlerin de yardımları, destekleriyle muhtar seçilmişti. Kafasındakileri, gerçekleştirmek istediklerini sıraya koydu. Sırasıyla hepsini gerçekleştirdi…

Muhtar Halit, yetmişinden birkaç yıl almıştı. Ben bu kadar yaptım. Benden sonra gelecekler, benim yaptıklarıma yenilerini eklesinler, diyordu. Tek isteği vardı. Komutanı yaşıyorsa, -öyle insanların ölmeyeceğine inanıyordu Muhtar- onu köyüne davet edecek, tüm bunlar senin eserin, diyecekti.

Komutanın anlattığı Nasrettin Hoca fıkrası aklından hiç çıkmıyordu. Köylülerden birinin keçisinin ayağı kırılır, belki de incinir. Alır keçisini Nasrettin Hoca’ya götürür. Şunun ayağına bir okuyup üfleyiver, der. Hoca, adama okuyup üfleyelim; ama duanın içine biraz da katran katalım. Katran sürmeden duamız tek başına bir işe yaramaz, demiş. Ayağına katran sürülen keçi bir süre sonra iyileşmiş, yürümeye başlamış. Katran keçinin ayağını sağaltmış. Sürmeselerdi yürümesi olanaksızdı…

Büyük mücadelelerle doktorların, ebelerin, sağlık memurlarının köyde tutunmasını sağlamıştı. Köylülerin doktora karşı olmaları çok eskilere dayanır. 1950 seçimlerinde köy olarak o zamanki Demokrat Parti’yi desteklerler. Aradan beş altı yıl geçer. Zamanın bakanı mı, milletvekili mi ne gelir, zamanın muhtarına köyünüze sağlık ocağı yapalım, der. Köy ayaklanır, biz kendimizin doktoruyuz. Hastane de sağlık ocağı da doktor da istemeyiz. Yerin dibine batsın doktoru da sağlık ocağı da… Karımızın, kızımızın doktor tarafından soyulmasını, orasının burasının ellenmesini kabullenemeyiz, derler. Komşu köyün, Şirin köyün muhtarı, bu teklife sıcak bakar, atılır hemen. Siz sağlık ocağını bizim köye yapın, doktoru da bizim köye yollayın. Onlar nasıl olsa muskayla, üfürükle, hacıyla hocayla idare ediyorlar. Doktor bize gerek, diye tutturunca sağlık ocağı Şirin Köy’e yapılır. Doktoru, hemşiresi, ebesiyle köy sağlıklı bir biçimde yaşar… Sağlıklı kuşaklar yetişir. Yaşadıkları bu olay yıllardır alay konusu olurdu. Muhtar Halit inat etti, kavga etti, yeri geldi silahlar patladı; ama sağlık ocaklarına da kavuştular…

Bu olayı düşünürken Şirin Köyün Muhtarı Musa, karısı Zöhre’yle köyün meydanında göründü. Muhtar Halit, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle yerinden kalktı. Dinç görünüyordu. Saçlarına düşen aklar, siyah saçlarını kırçıla çevirmişti. Çakıra çalan gözleri bir deniz feneri gibi sürekli yanıp sönüyor, çevreye ışıltı veriyordu.

Muhtar Halit, konuğu Musa’ya dostça sarıldı. Mutlu günlerinde yalnız bırakmadıkları için konuklara teşekkür etti. Gölge bir yere geçtiler. Musa, şakacı, sözünü esirgemeden söyleyen biriydi. Oturur oturmaz laf atmaya başladı.

“Halit Muhtar, aklım almıyor yaptığını, köyünüz yıllar boyu doktora, hastaneye karşı gelsin. Sen tut, torununu doktora ver. Seni köyden kovarlar, niye böyle ters işler yapıyorsun?”

“Biz yani ben öyleyim, önce doktora, ebeye kucak açtım, köye gelmelerini sağladım. Bir yolunu bulup torunuma da doktor bir koca buldum, tavsiye ederim, sen de aynı yolu izle…”

“Yani sen diyorsun ki, torunumu sağlam bir kapıya gelin edeyim diye doktorları sevdim.”

“Evet aynen öyle Sevgili Musa kardeşim…”

“Köye gelen doktoru nasıl ayarladın, anlat da bizler de aynı yolu deneyelim.”

“Ben ayarlamadım, torunumun okulu tatile girince köye geldi. Bizim köyün doktoru ile tanışmış, birbirlerini beğenmişler, anlaşmışlar… Öyle oldu anlayacağın.”

Konuşmalara sürekli gülen Zöhre Yenge de söze karıştı:
“Halit Muhtar, sen bilmez misin bizimkinin zevzekliğini, onun derdi sürekli gülsün güldürsün. Şaka yapıyor… Torunun Çiçek öğretmenle doktorun tanışmasını her zaman anlatmıyor musun bize? Bizim köyde bile konuşuyorlar, birbirlerine nasıl da yakıştıklarını söyleyip duruyorlar…”

Halit Muhtar, Musa’nın daha fazla konuşmasına izin vermedi. Hep birlikte meydana çıkıp başladılar oynamaya. Köyde kadınlar nedense pek oyuna katılmıyor, oynayanları izlemekle yetiniyorlardı. Zöhre Yenge, üç beş kadını zorla da olsa oyuna aldı. Muhtar Musa’nın düğüne gelmesiyle ortalık daha bir renklenmiş, düğün eğlencesi kıvamını bulmuştu. Halit Muhtar, oynayanlara, oynamaya çalışanlara bakıyordu belli etmeden, çakıra çalan gözleriyle. Köy halkının bedensel aksaklıkları vardı. Çoğunda çocuk felcinin izleri görülüyordu. İnsanları çocuk felci aşısına alıştırana dek neler çekmişti. Yok efendim, içinde domuz yağı varmış. Aşı olan kısır kalıyormuş. Dinen günahmış, gibi safsataları zor yıkmıştı. Aşı olan çocuklardan bir tek sakat kişi yoktu köyde. Hele sünnetçiyim diye geçinen, şimdilerde yaşı sekseni bulan köy berberine nasıl da kızıyordu. Onun yüzünden kaç erkek çocuk yanlış sünnet edilmişti kim bilir… Kendisi sayesinde bunlar yaşanmıyordu köyde… Bundan da çok mutluydu.

Sofralar kurulmuştu. Halit Muhtar, konuklarını yanına alıp masa başına geçti. Köy halkı hep birlikte düğün yemeğine kaşık sallıyordu. Musa Muhtar, gözleriyle masanın etrafında geziniyordu. Halit Muhtar, bunu anladı.

“Neye bakınıyorsun Musa?”

“İnsanlara bakınıyorum Muhtar.”

“Neyine bakınıyorsun insanların?”

“Böyle bir güne, güzelliğe bir iki yudum içen yok mu?”

“Biliyorsun Musa, bizim köyün içkiyle arası yoktur.”

“Böyle mutlu günlerde insan bir iki yudum içmeli, haksız mıyım Muhtar? Hem sen bizim köye gelince içiyorsun. İçkisiz düğün olur mu hiç? Bakma içmiyoruz diyenlere, kaç kişi bilirim, gece yarıları bizim köye gelip şarap içerler. Geçmişte de doktor istemiyoruz, diye doktorları kovuyorlardı köyünüzden. Bir sağlık sorunu olunca da saklı gizli köyümüze hasta getiriyorlardı. Açık olacaksınız, açık. Gizli saklıdan bir şey çıkmaz. Zöhre! Çıkar çantadaki şarapları.”

Halit Muhtar şaşırmıştı. Ne diyeceğini bilemedi. Şaraplar açıldı. İsteyenlere şarap verildi. Düğünün şerefine, genç çiftin mutluluğu için kadehler tokuşturuldu. İçmiyorum, diyen az çıktı. Halit Muhtar’ın çekindiğini gören Musa Muhtar,
“Çekinme, çekinme. Adam gibi iç şunu. Hem şarap konusunda da söyleyeceğim bir şeyler var.”

Halit Muhtar:
“Ne söyleyeceksin Musa?”

“Onca üzüm boşa gidiyor, hayvanlara yem oluyor. Köye en kısa zamanda bir tesis kurun, şarabın geleceği parlak. Hem köy kazansın, hem de insanlar. Şaraplık üzümleri dallarında kurutuyorsunuz. Üretin ve pazarlayın. Yine içmeyen içmesin. Sevgili Halit kardeşim, senden bu konuda da öncülük yapmanı bekliyorum. Sen mücadele adamısın. Başta karşı çıkanlar olabilir. Paranın kokusunu alınca çoğu şey unutulur. Şarap üretme tesislerinden hem ülke kazansın, hem de sizler kazanın. Bir kıvılcım yak gerisi gelir…”

Bu konuşmalar sürerken Halit Muhtar’ın karısı Ayşe Yenge, heybeye doldurduğu şarapları getirip Halit Muhtar’ın önüne koydu.

Halit Muhtar:
“Bunlar nereden çıktı Ayşe?”

“Senin şarapların. Evden getirdim. Düğünde içki olmaz mı, evde tek başına içmekle olmuyor Muhtar…”

Halit Muhtar, ne diyeceğini bilemedi. Biraz bozulmuştu, belli etmemeye çalıştı. Elindeki bardaktan bir yudum daha şarap aldı. Gözlerini çok uzaklara dikti. Bölük Komutanı Yüzbaşı İsmail’in aydınlık yüzü geldi belleğine oturdu. Komutanı ne derdi sürekli: “Karanlıkta kıvılcım olabilmek önemli olan. Hayatta bunun için mücadele etmelisin Halit.”

Şarap üretme tesisleri hiç de yabana atılacak bir düşünce değildi. Bir yudum şarap daha içti. Yüzbaşı İsmail’in yüzü daha da belirginleşti. Halit Muhtar’ın yüzünde bir gülümseme yayıldı. Ne zaman komutanını anımsasa mutluluktan havalara uçardı. Ayrımında olmadan,

“Evet komutanım, önemli olan karanlıkta kıvılcım olmaktır, doğrunun yanında olacağım.” dedi.

Tüm masadakiler, ne oluyor demeye kalmadan, Muhtar Musa kadehini kaldırmıştı bile,

“Haydi gençlerin, yeni yuva kuranların şerefine!”







2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Bekir ÖZGEN “BİLGE BACI” adlı öykü ile.
2.Fehmi SAĞLIK “YAMURLU BİR GÜNÜN BİR DİLİMİ” adlı öykü ile.
3.Savaş ÜNLÜ “KARANLIĞA KIVILCIM OLACAKSIN” adlı öykü ile.

MANSİYON: Yılmaz GÜRBÜZ "AŞIK" adlı öykü ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “NE MUTLU SANA HACI BEKTAŞ” adlı şiir ile.

2.Dr. Salim ÇELEBİ “TARİH DÜŞSÜN ZAMAN” adlı şiir ile.
3.Nihat MALKOÇ "HÜR UFUKLARA DOĞRU" adlı şiir ile.
MANSİYON: H.Mübeccel ÜSKÜDAR “SEHER YILDIZI” adlı şiir ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Hüseyin ÇIRAKMAN “MERHABA” adlı şiir ile.
2.Fehmi SAĞLIK “BİLİM IRMAĞI" adlı şiir ile.
3.Hasan İPEK “PİR'İN DER Kİ..” adlı şiir ile.
MANSİYON: Mazlum CİHANGİR "KARANLIĞI YIRTAN AYDIN DÜŞÜNCE" adlı şiir ile.

 

 



Kısa Öykü Yarışması Mansiyon

Yılmaz GÜRBÜZ

AŞIK


Arabaların motor sesleri korna seslerine karışmış caddede insanlar sağa sola koşuşturarak iş yerlerine yetişmeye çalışıyordu. Caddedeki gürültü insanların düşüncelerini bile dağıtıyordu. Sakinlik, dinginlik bu ortamda bulunabilecek şeyler değildi. Keşmekeş haline gelmiş trafikte bir minibüs dinlene dinlene hedefine doğru ilerliyordu. Böyle kaplumbağa hızında gitmesinin nedeni önünü kapatan, sıraya dizilmiş arabalardı. Yoksa kaplumbağa bir tavşana dönüşecek ve hızla son durağa doğru yol alacaktı. Çünkü yeniden dönüş yoluna girecek ve ne kadar çok bu yolları gidip gelirse o kadar çok yolcu taşıyacaktı. Bu da o kadar çok müşteri demektir ki; günün hâsılatını arttıracaktı. Bu mantıkla hareket eden şoför trafiğin her sabah böyle sıkışık olduğunu bildiği halde, alışamamış gibi sesli bir şekilde lanet okuyordu trafiğe. Şoförün ettiği bedduaları, küfürleri tüm yolcular duyuyordu. Ancak haklı olduğunu düşündükleri için olsa gerek, kimse sesini çıkarmıyordu.

Minibüste üçüncü sıra koltukta oturan iri yarı adam da sesini çıkarmıyordu. Yedi köşeli şapkasını dizinin üstünde tutan bu adamın kırkına merdiven dayamış olmasına rağmen yüzünde tek bir çizgi ya da kırışıklık yoktu. Buna rağmen saçındaki ak teller daha fazlaydı ve beyazlık uzaktan bile göze çarpıyordu. Bu beyazlık yüzüne de yansımıştı; iri gözlerinin parlaklığıyla birlikte yüzü aydınlık saçıyordu. Bu aydınlık karşısındaki her insanı sarabilecek güçteydi. Kendisi de bunu farkındaydı sanki. Üzerindeki tuniğe benzer pardösüsü ona gizemli bir hava katıyordu. Koltuğunda sessizce etrafı dinliyordu. Duyduğu ise gürültüden, küfür ve bedduadan başka bir şey değildi. Bunlara bir de yanında oturan genç bir çocuğun kulağındaki kulaklıklardan gelen cızırtı sesi ekleniyordu. İçinden ‘insanların yaşamı ne kadar zorlaştırdığı’ düşüncesi geçti. Oysa hayat o kadar basitti ki… Basit yaşamak, doğayla uyum içinde olmak yaşamın kendisiydi, ona göre. Yanındaki çocuğa bir şey sormak istedi. Ama onu rahatsız edeceği endişesine kapıldı ve kendini durdurdu. Dışarıdan gelen uzun bir korna sesi onun bunu yapması gerektiğini söyledi sanki. Çok eski zamanlarda yaşamış bir filozof aklına geldi. Kendisini at sineğine benzeten filozof… “Ben insanları rahatsız eden bir at sineğiyim.” diyordu kendisi için. Bu Sokrates’ten başkası değildi. “Rahatsız olacaksa olsun.” dedi içinden ve çocuğa dönüp:
- Merhaba, dedi.

Ancak çocuk onu duymadı bile. Yirmili yaşlarda, saçını kirpi dikeni gibi dikmiş, favorileri uzun bu çocuk çizgileri farklı renkte fakat uyumlu bir kazak giymişti. Müziğin sesini o kadar çok açmıştı ki; dışarıyla bağlantısını tamamen kesmişti. Adamın eliyle dürtmekten başka çaresi yoktu. Eliyle onu koluna dokundu. O anda çocuk kulaklığın tekini kulağından çıkardı ve yanındaki iri yarı adama döndü. Adam yeniden:
- Merhaba, dedi.

Çocuk şaşırarak cevap verdi:
- Merhaba!

Adam gayet kibar bir sesle sordu:
- Müziğin sesini biraz kısman mümkün mü?

- Tabi, kısarım. Rahatsız ettim galiba, özür dilerim.

- Önemli değil, aslında ben bir şey sormak istiyorum.

- Tabi, buyurun.

- Ben burada misafirim. Yolumu şaşırdım da… Acaba özgürlüğe nasıl gidebilirim?

- Özgürlük Parkı’na mı?

- Park yok, sadece özgürlüğe…

Çocuk şaşkın bir yüz ifadesiyle:
- Bilmem, anlayamadım sizi.

- Özgürlük adı senin de biraz önce dediğin gibi çeşitli yerlere verilmiş. Özgürlük Parkı bunlardan biri… Özgürlük Anıtı da aynı… Siyasetçilerin dillerinden düşürmediği bu sözcüğü, bazı markalar da reklâmlarda sıkça kullanır. Ancak benim bahsettiğim gerçek özgürlük…

Kulaklıktan gelen gürültülü müziği dinleyemediği için canı sıkılan çocuk, yanındaki adamın sözleri üzerine de merak içine girdi.
- Gerçek özgürlüğü arıyorsun. Ama maalesef, ben nerede olduğunu bilmiyorum.

- Hayır, biliyorsun.

Çocuk öteki kulağındaki kulaklığı da çıkarttıktan sonra sordu:
- Peki, nerdeymiş?

- Biraz da kendi içini dinle, o sana söyleyecektir. İçindeki ses, gerçek özgürlüğe götürecektir seni.

- O zaman sen kendi iç sesini dinleyip özgürlüğe ulaşmış olmalısın. Nasıl gidileceğini bildiğine göre…

- İnsan ne kadar doğasına uygun davranırsa o kadar özgürleşir. Doğayla uyum içinde olursa kendi özgürlüğüne kavuşur.

- Nasıl yani?

- Yani bizi doğamızdan, kendimizden uzaklaştıran araçlara kapılmamalıyız. Araçlar her zaman araç olarak kalmalı, amaç haline gelmemeli. Bütün zamanımızı araçlar almamalı. Zamanımızı asıl amaçlar için kullanmalıyız.

- Nedir bu asıl amaçlar?

- Dünyaya geliş amacımız. Bu amaca yönelik davranışlar da özgür davranışlardır.

- Hala asıl amacımın ne olduğunu bilmiyorum. Bilmediğim için onu gerçekleştirecek davranışlara giremiyorum. Oysa ben kendimi özgür sanıyordum.

- Sen de özgürlüğü aramaya başlıyorsun galiba. Ama nasıl bulacağını söyledim. İç sesini dinle. Elif-i Taç “Kendini bil.” der. Kendini bilen evreni bilir.

- Elif-i Taç kim? Ayrıca seni de tanımıyorum.

- Elif-i Taç pirimiz Hacı Bektaş Veli’dir. Nice insanların kalplerini yumuşatmış, nice insanlara yol göstermiştir. Onun ilmi hiç kurumayan pınardır. Dünyaya yayılmış bir pınar… Bana gelince benim adım Âşık.

- Aşık mı, ne garip bir ad.

- Aşık asıl adım değil aslında. Geçmişte atalarımız kendilerine “Işık” derlermiş. Zamanla “Işık” adı “Âşık” a dönüşmüş. Daha doğrusu dönüşmek zorunda kalmış. Çünkü o dönemlerde karanlık güçler “Işık”ı yok etmek istemiş. “Işık” da “Âşık” olarak kendini korumuş. Yani adım “Işık” tan geliyor. Karanlığı aydınlatan Işık… Peki ya senin adın?

- Benim adım Can.

- Güzel bir ad.

- Senin adın da öyle. Peki sen adın gibi karanlığı aydınlatıyor musun? Ya da şöyle sorayım. Dünyadaki asıl amaçlarını gerçekleştirmek için çaba gösteriyor musun?

- Elimden geldiğince… Uzak Doğu’da bir bilge şöyle demiş: “Karanlığa küfredeceğine bir mum yak.” Konfüçyüs’ün bir sözü… Bende gücüm yettiği ölçüde karanlığa, cahilliğe karşı mücadele ediyorum. Bu mücadelem küçük bir mum ışığı da olsa karanlıkta parlayacaktır. Ateşi söndürmemek için elimden geleni yapıyorum.

- Şimdi benimle konuşman da bu çabalarından biri mi?

- Evet, öyle söylenebilir.

- Bu bana değer verdiğini gösterir. Teşekkür ederim. Yalnız ben hala dünyadaki asıl amacımın ne olduğunu anlayamadım.

- Biraz önce de söylediğim gibi kendi iç sesini dinle. O sana amaçlarını söyleyecektir. En büyük öğretmen odur. Arifler yolu gösterir, o yolda yürümek insanlara kalmıştır. O yol ışıklı yoldur. Işıklı yola seni götürecek olan vicdanındır, iç sesindir. Işıklı yolu aydınlatan ise ariflerdir, veliler, erenlerdir. İşte ben de bu ışıklı yola âşık oldum. O yüzden bana Âşık derler. Karanlığa karşı mücadele geçmişte vardı, bugün var, gelecekte de olacaktır. Hallac-ı Mansur, Nesimi, Pir Sultan Abdal gibi erenler geçmişte karanlıkla mücadele ettiler. Bugün de bu mücadele sürüyor. Biz de safımızı iyi seçmeliyiz. Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu…

O sırada şoför bir küfür daha savurdu trafiğe. Can şoföre döndü, baktı. Konfüçyüs’ün sözü aklına geldi. Sonra yanındaki adama döndü; fakat yanında kimse yoktu. Öteki koltuklara döndü, baktı. Başka yolcular vardı; ama Âşık yoktu. Minibüsten inmiş olması da imkânsızdı; çünkü minibüs durmamıştı. Sonra düşündü: “Yoksa Âşık kendisi miydi? Onun sesi, kendi iç sesi miydi? O sesi dinlemeli ve karanlığa ışık olmalıydı. Yüzü Âşık’ın yüzü gibi aydınlanmıştı.






2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Bekir ÖZGEN “BİLGE BACI” adlı öykü ile.
2.Fehmi SAĞLIK “YAMURLU BİR GÜNÜN BİR DİLİMİ” adlı öykü ile.
3.Savaş ÜNLÜ “KARANLIĞA KIVILCIM OLACAKSIN” adlı öykü ile.

MANSİYON: Yılmaz GÜRBÜZ "AŞIK" adlı öykü ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “NE MUTLU SANA HACI BEKTAŞ” adlı şiir ile.

2.Dr. Salim ÇELEBİ “TARİH DÜŞSÜN ZAMAN” adlı şiir ile.
3.Nihat MALKOÇ "HÜR UFUKLARA DOĞRU" adlı şiir ile.
MANSİYON: H.Mübeccel ÜSKÜDAR “SEHER YILDIZI” adlı şiir ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Hüseyin ÇIRAKMAN “MERHABA” adlı şiir ile.
2.Fehmi SAĞLIK “BİLİM IRMAĞI" adlı şiir ile.
3.Hasan İPEK “PİR'İN DER Kİ..” adlı şiir ile.
MANSİYON: Mazlum CİHANGİR "KARANLIĞI YIRTAN AYDIN DÜŞÜNCE" adlı şiir ile.





Serbest Vezin Şiir Yarışması Birincisi

Fehmi SAĞLIK

NE MUTLU SANA HACI BEKTAŞ

 

 

Dağ mı yükselirdi buncasına
Deniz mi giyinirdi bu lacivert mantoyu
Bu denli görkemli mi olurdu gökyüzü
Yeryüzü çiçek mi açardı böylesine
Bu asma fener
Orada sallanıp durmasa

Ya nasıl havalanırdı güvercin
Nasıl örerdi kozasını
İbrişim dokuyan böcek
Çiçekten çiçeğe uçan kelebek
Buncasına cümbüş
Buncasına renk
Bu ahenk
Armağan mı olurdu insanlığa
O asma fenerin ışığı olmasa

Anlamı mı kalırdı karıncanın
Arı nasıl dururdu bal’a
Nasıl pay ederdik adlarını
Kurda/kuşa
Yılana/çıyana
Nasıl don biçerdik
Sürünene, uçana
O asma fenerin aydınlığı olmasa

Vakta ki o yaratık
Dikeldi iki ayağı üstüne
O asma feneri emdi
Düşünmeyi öğrendi
“Ben insanım” dedi
Renk renk açtı
Kimi ‘kara’ya belendi
Kimi ak’a, sarıya
Renkleri saydı bir bir
Renkleri o asma fenerden aldı
Düşündü durdu
Bunlar olur muydu hiç
O asma fenerin sıcağı olmasa

Yıllarca, çağlarca düşündü
Adını koydu yıldızın, Ay’ın
Bu sıcağı
Işığı yayanın
Adını koydu
Bulutun, ovanın
Denizin, dağın
Karanlığın, aydınlığın
Adını koydu

Sonra bölündü insanoğlu
Kırılan bir cam bardağın
Parçaları gibi dağıldı
Kimi derviş oldu
Kimi peygamber
Ellerde asa
Bir yanda paşa
Bir yanda er
Düşündü herkes
En güzel yol aydınlık
Ardından eklediler hemen
En kötü olgu
Düşüncede oluşan karanlık

Sıvadılar kolları tek tek
Çektiler kılıçları
Üstüne üstüne karanlığın
Dil, din, mezhep
Cinsiyet, renk ayrımı gözetmediler
Bir Galile, bir Arşimet
Bir Edison, bir Gandi
Aydınlığına durdular insanlığın

Değişti insanın beyni
Gelişti ışığı alınca
Bir Gutenberg
Bir Toriçelli
Işık kaynağı oldular
Çağlar boyunca

Ve de bir büyük ışık
Bir güzel Pir
Bir dolu bilge
Bir ulu adam
Güvercini ‘barış simgesi’ yapan
Duruşu yoksul yanı
Eşitlikçi/paylaşımcı
Kadını “ana/bacı” bilen
Sözcük duvarını Türkçe ören
Adaletin mimarı
Onu böyle tanır
Her atan yürek
Her düşünen baş
Onun adı
Hacı Bektaş

Çağlar önce
Karanlığı silen
Düşünce üreten
Işık kaynağı olanlara
Selam gönderen
“Ne mutlu onlara” diyen
Işıktan bir adam

Yönüm sana doğru
Yolum senin yolun
Asıl ne mutlu sana
Gönlü yüce
Dili yüce
Yolu yüce
Büyük adam…








2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Bekir ÖZGEN “BİLGE BACI” adlı öykü ile.
2.Fehmi SAĞLIK “YAMURLU BİR GÜNÜN BİR DİLİMİ” adlı öykü ile.
3.Savaş ÜNLÜ “KARANLIĞA KIVILCIM OLACAKSIN” adlı öykü ile.

MANSİYON: Yılmaz GÜRBÜZ "AŞIK" adlı öykü ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “NE MUTLU SANA HACI BEKTAŞ” adlı şiir ile.

2.Dr. Salim ÇELEBİ “TARİH DÜŞSÜN ZAMAN” adlı şiir ile.
3.Nihat MALKOÇ "HÜR UFUKLARA DOĞRU" adlı şiir ile.
MANSİYON: H.Mübeccel ÜSKÜDAR “SEHER YILDIZI” adlı şiir ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Hüseyin ÇIRAKMAN “MERHABA” adlı şiir ile.
2.Fehmi SAĞLIK “BİLİM IRMAĞI" adlı şiir ile.
3.Hasan İPEK “PİR'İN DER Kİ..” adlı şiir ile.
MANSİYON: Mazlum CİHANGİR "KARANLIĞI YIRTAN AYDIN DÜŞÜNCE" adlı şiir ile.



 

 

Serbest Vezin Şiir Yarışması İkincisi

Dr.Salim ÇELEBİ

TARİH DÜŞSÜN ZAMAN


Dur!

Savurur beni kendi fırtınam...

Ben,

ne dorukta kanatlanan

bir kartal

ne de rüzgarla secdeye varan bir serviyim.

Farklı farklı olsa da

bazen yasaklansa da ismim

inan ki aynıdır cismim:

Karanlığa ışık tutan Hacıbektaş eriyim.

Dur ve dinle:

Hak aşkına,

enel- hak aşkına,

on dört masumu-pak aşkına

yolculuk yapalım tarihe seninle...

Kandılar!

Bir kez daha kandılar

kördü gecenin karanlığı

kanlarıyla yıkandılar.

Güneş tutulmadı o gün

unutulmadı o gece...

Haktı erekleri

dillendirmekti halka Hak uğruna gerçekleri.

Kum ve serap ve “Ya Rab” sesleriyle

ve tükenmeyen nefesleriyle

Hakka yürürken 72 can;

Kerbela’da tarih düştü zaman.

On altıncı asırdı...

Zaman yorgun

zaman suskun

zaman tarihe esirdi

kendi çıkmazında...

Haber verdi Yapılacak akını

Mehter takımı:Tekbir getirdi ulema!

Cennet” vaat edildi

ihtiyaç duyana,

Katli vaciptir!” denildi

inanmayana...

Ve fetva ve ferman

ve meşrulaştı yapılacak katliam!

Yetiş ya Hızır!” çığlıklarıyla

kızıl aktı Munzur.

Hakka yürürken mazlum ve mahzun ve masum

kırk bin can;

Anadolu’da tarih düştü zaman.

Uyan dostum, uyan;

küreleşti dünya

indirdik öküzün boynuzundan:

Oymaktık, ulus olduk destanlara...

Direndik, mahpus olduk zindanlara...

Gün geldi, suspus olduk iskânlara...

Evet dostum,

bilmelisin Nesimi’den

anlamı yoktur sırtta taşınan postun...

Farkında ol her şeyin

Hak uğruna şehit edilmedi mi Hüseyin?

Ben Yurttaşım:

Anadolu’da Hacıbektaş’ım

Maraşta Mahzuni olur sesim

Pir Sultanda nefesim...

Direnişimin

simgesidir Şeyh Bedrettin.

Ve Yunus ve Yedi Ulu Ozan

ve On İki İmam tanırım ben;

tanıdıkça utanır

utandıkça nurlanırım ben...

Semahta toprakla bütünleşirim,

on iki fark

tek bir tat olur aşuremde

hakça üleşirim;

umutla filizlenir gönlüm

ışıkla yeşeririm.

Yürü dostum,

yürü ışığa doğru

takip etsin seni gölgen...

Horasan’da beynim

Kerbela’da yüreğim

Serçeşme’de Güneşimsin sen.

Yeni bir tarih yazalım:

Harfleri dost

sözcükleri sevgi

sayfaları aşk olsun;

benzemesin bugünküne

yazılanlar başka olsun;

sevgiyle yoğrulsun ürettiklerimiz

paylaşımı hakça olsun;

eceliyle Hakka yürüsün her insan;

ne gözyaşı ne kan

saçtığı ışıkla tarih düşsün zaman.



 

 

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Bekir ÖZGEN “BİLGE BACI” adlı öykü ile.
2.Fehmi SAĞLIK “YAMURLU BİR GÜNÜN BİR DİLİMİ” adlı öykü ile.
3.Savaş ÜNLÜ “KARANLIĞA KIVILCIM OLACAKSIN” adlı öykü ile.

MANSİYON: Yılmaz GÜRBÜZ "AŞIK" adlı öykü ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “NE MUTLU SANA HACI BEKTAŞ” adlı şiir ile.

2.Dr. Salim ÇELEBİ “TARİH DÜŞSÜN ZAMAN” adlı şiir ile.
3.Nihat MALKOÇ "HÜR UFUKLARA DOĞRU" adlı şiir ile.
MANSİYON: H.Mübeccel ÜSKÜDAR “SEHER YILDIZI” adlı şiir ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Hüseyin ÇIRAKMAN “MERHABA” adlı şiir ile.
2.Fehmi SAĞLIK “BİLİM IRMAĞI" adlı şiir ile.
3.Hasan İPEK “PİR'İN DER Kİ..” adlı şiir ile.
MANSİYON: Mazlum CİHANGİR "KARANLIĞI YIRTAN AYDIN DÜŞÜNCE" adlı şiir ile.

 



 

Serbest Vezin Şiir Yarışması Üçüncüsü

Nihat MALKOÇ

HÜR UFUKLARA DOĞRU

"Dostumuzla beraber yaralanır, kanarız
kırk budaklı şamdanda, kırkımız bir yanarız” (Hacıbektaş Veli)

 

 

efkarım bir demli çaya karışır

…..gecenin kara yüzünde

zihnimin semaveri fokur fokur kaynadıkça

…..buharlaşır gül yüzlü düşünceler…

düşünce ki her biri kurşundan daha ağır,

…..dikenden daha sivri kimilerince…

bir kalem bir âlemi uyandırır

…..derin uykusundan

ayağım tökezleyince tutar elinden yaralı fikrimin

…..bir gizli el, usulca…..

yıldızlar kadar çoğalırız karanlık gecelerde

…ve içimizi ısıtan güneş bir mum misali eritir

…..köhnemiş düşünce buzlarını

hür düşünceler filizlenir

…….bakir zihinlerin bereketli toprağında

Hacı Bektaş Veliler bir güneş misali

….. aydınlatır kör karanlıkları

cinnetin salası okunurken

…..güvercinler barışa kanatlanır

…..kesme taşlı minarelerin şerefelerinden

madımaklar yeşerir,

……boy verir dağların koyağında

sabır en tatlı meyvesini verir

…..Nemrutların ateşinde

paslı bir hançer gibi sözün sinesine saplanır

…..üç noktayla biten eksiltili cümleler…..

geçit vermez dağlar aşılır düşüncelerin aydınlığında

…..cemreler toprağa değil, gönüllere düşer peşi sıra

Hallac-ı Mansur misali soyulur derilerimiz

….. fikrin darağacında

kırbaçlar öpse de gül kokulu tenlerimizi…..

…..boynumuz bükülse de eğilmez başlar öne

Şah-ı Merdan’ın kölesi oluruz bir harf uğruna

…..Pir Sultanlar hür düşüncelerin fitilini ateşler

söz ağacının gölgesi düşer acılı yüreklerin üstüne

…..uykularımızı böler kabuslar, karabasanlar…

düşünce karanlığına ışık tutanların

…..altından heykelleri dikilecek yürek meydanlarına

söz oluklarından akacak aydınlık gelecekler

….fikir suçluları beraat edecek mahkemelerde

düş kırıkları toplanacak birer birer kadife uykulardan

hâr içinde büyürken kan kırmızı gonca güller

…..kendi kanında yıkanacak Seyyid Nesimiler…..

hizaya gelecek aklı karışıklar kanaat önderleriyle

…..güller kıyama duracak haristanın en kuytu yerinde

sürgün düşünceler nice gizem saklarlar mahzenlerinde

…..her suskunluk isyanın ateşini yakar derinden

düşüncenin saçaklarından sarkar buz kütükleri

…..her biri kurşundan daha beter

gecenin simsiyah gergefinde dokunur

…..ay yüzlü düşünceler

aynalardan yansırken umudun kıvılcımları

…..ötekileştirilen yanımızın hıçkırıkları yankılanır

…..göğüs kafesimizde

…..müşfik bir el uzanır ellerimize…..

karanlığa tapar kapkaranlık yürekler

…..sanırlar ki güneşe gölge edecekler!...

her dağ gölgesini içerken yudum yudum

…..yüreklerden yüreklere akar göçebe düşünceler

umarsız sözcüklerde büyürken ünlemler…..

…..boşluğa akar durur beyhude geçen günler

söz mahkemelerinde hüküm giyer dizeler

…..şiir sofrasında uzar gider nutuklar, şathiyeler

kanayan yerini pansuman ederken dağarcığın

…..bozulur bin yıllık köhne ezber

alır başını gider servilerden daha mağrur, hür düşünceler…..

…..karanlıkları aydınlatır eli kalem tutan gül çehreliler

zindanların paslı kulpları kırılır çekiçlerle

…..doğar güneş zifiri karanlığın üstüne

sürmelenen kapılar bir bir aralanır yine

….. ve sağ duyu çıkar bir adım öne….



 

 

 

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Bekir ÖZGEN “BİLGE BACI” adlı öykü ile.
2.Fehmi SAĞLIK “YAMURLU BİR GÜNÜN BİR DİLİMİ” adlı öykü ile.
3.Savaş ÜNLÜ “KARANLIĞA KIVILCIM OLACAKSIN” adlı öykü ile.

MANSİYON: Yılmaz GÜRBÜZ "AŞIK" adlı öykü ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “NE MUTLU SANA HACI BEKTAŞ” adlı şiir ile.

2.Dr. Salim ÇELEBİ “TARİH DÜŞSÜN ZAMAN” adlı şiir ile.
3.Nihat MALKOÇ "HÜR UFUKLARA DOĞRU" adlı şiir ile.
MANSİYON: H.Mübeccel ÜSKÜDAR “SEHER YILDIZI” adlı şiir ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Hüseyin ÇIRAKMAN “MERHABA” adlı şiir ile.
2.Fehmi SAĞLIK “BİLİM IRMAĞI" adlı şiir ile.
3.Hasan İPEK “PİR'İN DER Kİ..” adlı şiir ile.
MANSİYON: Mazlum CİHANGİR "KARANLIĞI YIRTAN AYDIN DÜŞÜNCE" adlı şiir ile.

 

 



Serbest Vezin Şiir Yarışması Mansiyon

H. Mübeccel ÜSKÜDAR

SEHER YILDIZI


Fırtınalar kopar, kasırgalar eser

Bir viraneliktir gönüller

Eğer

Karanlık dehlizlerde filizleniyorsa düşünceler

Baykuşlar

Yüzyıllarca mağaralardan

İnsanlığın hazin öyküsünü anlatır

Gam tümülüsleridir gönüller

Eğer

Kör kuyulara atılmışsa Yusuf misali

Tüm aydınlık düşünceler

Ay küser, sırtını döner

Yıldızlar nur yüzlerini saklarlar

Güneş kızgınlığını yansıtır evrene

Bu toprakların adı Anadolu

Bu topraklar ak düşünceli bilgeler yurdu

Seslenir Yunus’um

“Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil”

Ardından

Mevlana çağırır

“Gel ne olursan ol yine gel!

Durur mu Hacı Bektaş Velim tembihler

“Eline, beline, diline sahip ol ! ”

Karanlıklar çoktan bırakmıştır yerini aydınlıklara

Ay gülümser

Yıldızlar pırıl pırıl

Güneş gönüllerde aşk ateşini tutuşturmuştur çoktan

Ne mutlu ki

Bilgeler ülkesi Anadolumda

Zeytin ağaçları ve güvercinler

Simgesidir barışın,bereketin, sevginin

Ne mutlu ki

Bilgeler ülkesi Anadolumda

Geceleri

Parlayacaktır hep

Seher yıldızı



 

 

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Bekir ÖZGEN “BİLGE BACI” adlı öykü ile.
2.Fehmi SAĞLIK “YAMURLU BİR GÜNÜN BİR DİLİMİ” adlı öykü ile.
3.Savaş ÜNLÜ “KARANLIĞA KIVILCIM OLACAKSIN” adlı öykü ile.

MANSİYON: Yılmaz GÜRBÜZ "AŞIK" adlı öykü ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “NE MUTLU SANA HACI BEKTAŞ” adlı şiir ile.

2.Dr. Salim ÇELEBİ “TARİH DÜŞSÜN ZAMAN” adlı şiir ile.
3.Nihat MALKOÇ "HÜR UFUKLARA DOĞRU" adlı şiir ile.
MANSİYON: H.Mübeccel ÜSKÜDAR “SEHER YILDIZI” adlı şiir ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Hüseyin ÇIRAKMAN “MERHABA” adlı şiir ile.
2.Fehmi SAĞLIK “BİLİM IRMAĞI" adlı şiir ile.
3.Hasan İPEK “PİR'İN DER Kİ..” adlı şiir ile.
MANSİYON: Mazlum CİHANGİR "KARANLIĞI YIRTAN AYDIN DÜŞÜNCE" adlı şiir ile.



 

 

Hece Vezni Şiir Yarışması Birincisi

Hüseyin ÇIRAKMAN

MERHABA


Ayni gözle baktık bütün insana,

Softa temizlemez suyumuz bizim,

Hak dedik dönmedik biz yana yana.

Abu Hayat zemzem kuyumuz bizim.

İbadette şekil yoktur biliyoruz.

Sevgi ile Hakka’a niyaz kılıyoz.

Tanrı ile hep beraber oluyoz,

Cahile sır vermez, huyumuz bizim.


Yok saydılar yirmi milyon insanı

Nerede hak, adalet, eşitlik hani?

Var mı bunun Allah için bir yanı,

Tez asimile olur toyumuz bizim.


Uygulanan icmai ümmet kararı.

Asırlarca büyük olmuş zararı.

İnanç için hiç olmamış yararı,

Horlanmış Emmimiz, Dayımız bizim.


Emevi'nin gayretini güttüler.

Dini, siyasete alet ettiler.

Onun için yanlış yola gittiler.

Dürüst, Kamil insan yolumuz bizim.


Gönlümüz enginde, yüce değiliz.

Ayaklar altında cüce değiliz.

Bilimle ışıdık gece değiliz.

Göklere yükseldi boyumuz bizim.


ÇIRAKMAN’IM ataşımız sönmeli.

Zaman bizim lehimize dönmeli.

Asalaklar sırtımızdan inmeli.

Çok fazla gerildi yayımız bizim.



 

 

 

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Bekir ÖZGEN “BİLGE BACI” adlı öykü ile.
2.Fehmi SAĞLIK “YAMURLU BİR GÜNÜN BİR DİLİMİ” adlı öykü ile.
3.Savaş ÜNLÜ “KARANLIĞA KIVILCIM OLACAKSIN” adlı öykü ile.

MANSİYON: Yılmaz GÜRBÜZ "AŞIK" adlı öykü ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “NE MUTLU SANA HACI BEKTAŞ” adlı şiir ile.

2.Dr. Salim ÇELEBİ “TARİH DÜŞSÜN ZAMAN” adlı şiir ile.
3.Nihat MALKOÇ "HÜR UFUKLARA DOĞRU" adlı şiir ile.
MANSİYON: H.Mübeccel ÜSKÜDAR “SEHER YILDIZI” adlı şiir ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Hüseyin ÇIRAKMAN “MERHABA” adlı şiir ile.
2.Fehmi SAĞLIK “BİLİM IRMAĞI" adlı şiir ile.
3.Hasan İPEK “PİR'İN DER Kİ..” adlı şiir ile.
MANSİYON: Mazlum CİHANGİR "KARANLIĞI YIRTAN AYDIN DÜŞÜNCE" adlı şiir ile.



 

 

Hece Vezni Şiir Yarışması İkincisi

Fehmi SAĞLIK

BİLİM IRMAĞI

Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu…”

-Hacı Bektaş Veli-

 

Güzel pirim geldim kapına durdum

Fikir uğrağıdır” dediler sana

Öğretine muhtaç bu güzel yurdum

Bilim ırmağıdır” dediler sana


Çağlar boyu karanlığı silensin

Geleceği, gerçekleri bilensin

Ali’nin soyundan sürüp gelensin

Barış durağıdır” dediler sana


O güzel yolunu sürenler için

Barış bahçesine girenler için

Diktiğin gülleri derenler için

Yoksul toprağıdır” dediler sana


Karanlığın en beteri düşünce

Kurtulmak zor içine bir düşünce

Ne mutlu sana ki ta yıllar önce

Hakk’ın çerağıdır” dediler sana


Işıkla silinir gider karanlık

Işıkla devrilir düşer tiranlık

Işıkla saraya döner viranlık

Işık kaynağıdır” dediler sana


Dilin Türkçe söyler, duruşun Türkçe

Dizlerinde saza vuruşun Türkçe

Bilginler cemine varışın Türkçe

Dilin bayrağıdır” dediler sana


Senin için birdir Arşimet, Gandi

Ayrılık yok “şu mezhepti, şu dindi”

O güzel öğretin içime sindi

Şiir uyağıdır” dediler sana


Karanlığı silip ışıktan yana

Kim olursa olsun çok yakın sana

Gutenberg, Edison, koca Mevlana

Onun ortağıdır” dediler sana


Deyişine, düşüncene bin selam

Yargın yüreklere yazılmış ilam

Ta o çağda eylediğin bu kelam

Sözün kaymağıdır” dediler sana…






 

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Bekir ÖZGEN “BİLGE BACI” adlı öykü ile.
2.Fehmi SAĞLIK “YAMURLU BİR GÜNÜN BİR DİLİMİ” adlı öykü ile.
3.Savaş ÜNLÜ “KARANLIĞA KIVILCIM OLACAKSIN” adlı öykü ile.

MANSİYON: Yılmaz GÜRBÜZ "AŞIK" adlı öykü ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “NE MUTLU SANA HACI BEKTAŞ” adlı şiir ile.

2.Dr. Salim ÇELEBİ “TARİH DÜŞSÜN ZAMAN” adlı şiir ile.
3.Nihat MALKOÇ "HÜR UFUKLARA DOĞRU" adlı şiir ile.
MANSİYON: H.Mübeccel ÜSKÜDAR “SEHER YILDIZI” adlı şiir ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Hüseyin ÇIRAKMAN “MERHABA” adlı şiir ile.
2.Fehmi SAĞLIK “BİLİM IRMAĞI" adlı şiir ile.
3.Hasan İPEK “PİR'İN DER Kİ..” adlı şiir ile.
MANSİYON: Mazlum CİHANGİR "KARANLIĞI YIRTAN AYDIN DÜŞÜNCE" adlı şiir ile.

 




Hece Vezni Şiir Yarışması Üçüncüsü

Hasan İPEK

PİR'İN DER Kİ..


Pirim bana ders verirken yüceden
Otur şöyle kağıt kalem al dedi.
Sözün özü evrenseldir yüceden
İşte sana gidilecek yol dedi.

Eline diline sahip ol baştan
Keramet bekleme her türlü taştan
Aklını kullan ki sayılma boştan
Geçeklerin kapısını çal dedi.

Aydınlık ol karanlıkta yürüme
Özüne dön karlar gibi erime

Masalları koyma gerçek yerine

Yol ararsan işte sana yol dedi.


Asılıp yüzülen zoru gören var

Yüzyıllardır bu yollarda ölen var

Bedenini kandil yapıp gelen var

İşte kapı gerekirse çal dedi.


Farkında ol ezilenle ezenin

Destekçisi olma kara düzenin

Gerçek diye yalanları yazanın

Gör onların niyetini bil dedi.


Sacda mı hararet bunu bir düşün

Taç kavuk istemez düşünen başın

Kudüs’te Mekke’de olamaz işin

Nesneyi kendinde ara bul dedi.


Bilim bizde gerçek bizde var ama

Aklını hor görüp kusur arama

Aydınlığa şaşı bakıp karama

Her yanımız derya deniz göl dedi.


İnanma masala sözler hoş diye

Gerçek yer altında dünya boş diye

Gösterirler karıncayı kuş diye

Akıl bizim dinimizdir bil dedi.


Kişilikten gelir insanlık zor iş

Bin bilirsen bir bilmeze sor danış

Yıkma gönülleri sözün bil konuş

Gerektikçe hatır gönül al dedi.


Yobazlığa pirim verme şaşkına

Oturup kal sen gönüller köşküne

Yardım eyle yoksullara düşküne

Zalim olma acımasın bil dedi


Kanma yer altına koru özünü

Sanma ki boş bu dünyanın yüzünü

İnsan isen mertçe söyle sözünü

İşte aydınlığa giden yol dedi.


Hasipek der, söyleyecek sözüm var

Pir’im rehberimdir gören gözüm var

Karanlığı yok edecek çözüm var

Al eline kandilini gel dedi.

 

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Bekir ÖZGEN “BİLGE BACI” adlı öykü ile.
2.Fehmi SAĞLIK “YAMURLU BİR GÜNÜN BİR DİLİMİ” adlı öykü ile.
3.Savaş ÜNLÜ “KARANLIĞA KIVILCIM OLACAKSIN” adlı öykü ile.

MANSİYON: Yılmaz GÜRBÜZ "AŞIK" adlı öykü ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “NE MUTLU SANA HACI BEKTAŞ” adlı şiir ile.

2.Dr. Salim ÇELEBİ “TARİH DÜŞSÜN ZAMAN” adlı şiir ile.
3.Nihat MALKOÇ "HÜR UFUKLARA DOĞRU" adlı şiir ile.
MANSİYON: H.Mübeccel ÜSKÜDAR “SEHER YILDIZI” adlı şiir ile.

2010 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Hüseyin ÇIRAKMAN “MERHABA” adlı şiir ile.
2.Fehmi SAĞLIK “BİLİM IRMAĞI" adlı şiir ile.
3.Hasan İPEK “PİR'İN DER Kİ..” adlı şiir ile.
MANSİYON: Mazlum CİHANGİR "KARANLIĞI YIRTAN AYDIN DÜŞÜNCE" adlı şiir ile.

 




Hece Vezni Şiir Yarışması Mansiyon

Mazlum CİHANGİR

KARANLIĞI YIRTAN AYDIN DÜŞÜNCE


Karanlığı yırtar aydın düşünce,

İnsanlığa ışık, mutlu yol olur.

Sevgiyle, saygıyla ruh birleşince,

Dostluğun lezzeti taze bal olur.


Horasan’dan gelen ulvi mürşitler,

Tüm Anadolu’yu irşat ettiler,

İlim, irfan, hikmet, aşk nakşettiler,

İnancın rızası halka mâl olur.


Demiri yumrukla dövebilenler,

Marifeti özden övebilenler,

Yaratılanları sevebilenler,

Yaradan Hak için can kutsal olur.


Işık hızı ile yarışır bilim,

Sevginin gücüyle kucaklar elim,

Barışa sevdalı konuşur dilim,

Kuşun gagasında; bahar, dal olur.


Sözlüğümüz erdem, sözümüz ikrar,

Gönlümüzde her dem, aşk gözümüz var,

Canı canana katınca dostlar,

Seherde açılan; lâle, gül olur.


Aklımız, fikrimiz, çağdaş buluşta,

Gönül gönüleyiz, bu var oluşta,

Gecede, gündüzde, yağmurda, kışta,

El ele tutmayan, yaban el olur.


Azimle varılır aydın çağlara,

Sök at karanlığı, yürü düz ara,

Güneş gibi parla, bak ufuklara,

Yiğidin kâlbinde mertlik bol olur.


Parlayan gözlerde yıldızlar ışır,

Himmete eş hizmet, ne hoş yakışır,

Karınca yangına koşar su taşır,

Ağzının damlası hakka göl olur.


Yarını bilmeye marifet gerek,

İlmin kudretiyle çarpmalı yürek,

Hakikat ummandır çek çifte kürek,

Gider çağlayana, akar sel olur.


Karşılıksız yardım, özgür düşünce,

Can fenerini yak, yoktur sakınca,

Gönül tarlasına minnet ekince,

İyilik döner de, sana kul olur.


Sevdanın sultanı sabırda saklı,

Her şeyi geçiyor bak insan aklı,

İncele, araştır; haklı, meraklı,

İşlenmeyen toprak, kurur çöl olur.


Halka hizmet eden yüce insandır,

Karanlığa karşı, ışık tutandır,

Gel sen de mum gibi; parla, yak, yandır,

İnsan sevdiğine; yanar, kül olur.


Mutluluk hayatın ay’ı, güneşi,

Doğruluk, dürüstlük, güvendir eşi,

Sevdik, biz bir bildik; canı, kardeşi,

Bu cemde, bu demde; ruh kemâl olur.


Aklı, devlet kılan, Hakkın gücüdür,

Vicdanda yer bulan; ayar, ölçüdür,

Birlik, barış, dostluk, haz vericidir,

Sönmeyen aydınlık hep emsâl olur.


Sarsılır evrenin ucu bucağı,

Yeni buluşlarla çözülür ağı,

Fikre vurulamaz, zincir, bukağı,

Yoksa uygarlıklar bir masal olur.


Bilginin sahibi, insancıl ise,

Işık sevgi gibi gerek herkese,

Bir de paylaştırır, esirgemezse,

Şu güzelim dünya; yâr, İkbâl olur.


Ne mutlu her çağda aydınımız var,

Halk dostu, Hak dostu, ışık tutanlar,

Ümittir, sevgidir, destandır onlar,

Güzel yurdumuza gül cemâl olur,

Ebedi bizlere istikbâl olur…