Kaynak: Devlet
Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
|
|
|
2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Şahin ÖRGEL “KIR ÇİÇEKLERİ” adlı öykü ile. 2.Fehmi SAĞLIK “TACDAR DEDE” adlı öykü ile. 3.Salim NİZAM “MİNARE USTALARI” adlı öykü ile. 2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Mustafa ERMİŞ “UZAKLIĞIN BELGESİ” adlı şiir ile. 2.Dr. Salim ÇELEBİ “DALINDA SEV GÜLÜ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ÇARMIHA GERİLEN DUYGULAR" adlı şiir ile. 2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “İNCİTME DOST” adlı şiir ile. 2.Ali TOPOĞLU “İNCİNSENDE İNCİTME" adlı şiir ile. 3.Ozan GÜLDİKEN “İNCİNSENDE İNCİTME” adlı şiir ile. MANSİYON: Fikret DİKMEN "İNCİTMEN DİYE" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "İNCİNSEKTE İNCİTMEYİZ" adlı şiir ile.
Kısa Öykü Yarışması Birincisi
Şahin ÖRGEL
KIR ÇİÇEKLERİ
İstanbul bugün fazladan kalabalık... Dışarıda hastalıklı bir damardan akmaya çalışan kirli kan ırmağı gibi insanlar dolaşıyor. Elimizde bir demet çiçek tutuyoruz. Leyla konservatuar mezunu… Kanada’da, Fransa’da İngiltere’de bulunmuş.
Konuşurken Türkçesi o renkli anlatımından kayıyor, bazen Fransızcaya, bazen İngilizceye yuvarlanıyor. Çiçekçi çocuk iri kıyım... Elime tutuşturduğu çiçekler sarı, Leyla’nınkiler beyaz.
- Adın ne? Diye soruyorum çocuğa. O bana hiç bakmadan Leyla’nın elindeki beyaz kır çiçeklerine dikerek gözlerini:
- Papatya. Diyor. Bunlar gerçek kır papatyası. Sera malı değil. Güzelde kokarlar… Leyla gülüyor. Dişlerinin parlak beyazı önümüzde duran bardakların üzerine düşüyor.
Gözlerini kısıp çiçekçi çocuğa bakıyor. Ela yeşil arası bir sızlama lüks restoranda bulunan bütün masaları, konukları dolaşıp, göğüs kafesime oturuyor. Az ileride birbirinden muntazam iki süet ayakkabı, güvenli ve vakur hareketsiz bekliyor sahibinin emrini. Karşısında, parlak bordo narin, ince topuklu bir çift kadın ayakkabısı kıpırdanıyor. Çiçekçi çocuğun gerisinde şef garson onu yaka paça dışarı atmak hevesinde, uygun anı kolluyor. Leyla şef garsona çocuğu kendisinin çağırdığını ima eden bir jest yolluyor. Şef garson uzaklaşıyor.
- Hangi kırların peki bu çiçekler? Diye soruyor, o narin sesiyle. Leyla’nın çocuğa ilgisi, içimdeki yerleşik dağları oynatıyor. Papatyaları süzüyorum. Restoranın koyu renkli duvarlarından belki, kirli beyaz görünüyorlar gözüme… Çiçekçi çocuk başını hafif yana çevirerek, sanki o kırlar az ötedeymiş gibi çiçeklerin geldiği muhtemel kırları tarifliyor. Leyla saçlarını parmaklarıyla tarayarak dinliyor çiçekçi çocuğu. Onun böyle doğal hallerine bayılıyorum; aşk denilen şey, beynimin duraklarında yeniliyor, tazeliyor kendini. İki yıl önce yine buradaydık Taner’le. En eski, iyi arkadaşlarımdan biridir. Leyla ile O tanıştırdı beni. Bir akşam yemeğinde yine yan yanaydık. Acaba tesadüf müydü?.. Eğer bu bir tesadüfse, hiç şüphe yok ki, aşk, kendini yaşatacak böylesi tesadüflerin en büyük mucididir…
Çiçekçi çocuk dışarıdaki arabayı gösterdi Leyla’ya. Eski bir Fransız kalıntısı… Uzun hurda bir tabut gibi… Arka kapağı açık, içindeki çiçekler dizi dizi sahiplerini bekliyor. Araba çocuğun olmalı. Yanında kimse olmadığından aracı kim kullanıyor diye dikkat kesiliyorum. Üzerinde kirli sarı ile hardal arası bir gömlek... Geniş omuzlu… Ayın dolunay hali gibi parlak yüzü var çocuğun… Dikkatle bakınca o kadar da küçük olmadığını fark ediyorum. Kim bilir yirmiye yakın olmalı. Konuşurken ellerini kullanıyor sıkça. Bu onun konuşkan bir hali olduğuna işaret ediyor olabilir mi? Eğilip doğrulurken, boynundan hafifçe görünüp kaybolan kolyesine ilişiyor gözüm. Bu bir Zülfikar figürü… Hamza olduğunu söylüyor adının genç; Karslıymış aslen…
Sıcak sıkı bir arkadaşla yıllar sonra karşılaşma gibi yakın ve sıcak bir sohbet aralarındaki. Leyla çok memleket gezmiş bir insan. Çok okuyan, çok izleyen, ayrıntılara, kimsenin önem vermediği detaylara zaman ayıran… Onu bu denli özel yapanda bu belki… Delikanlı çocuk onun bu doğal yakınlığından mutlu. Çekinmeden, rahat bir eda ile söylüyor konuşacaklarını…
Restoran kalabalıklaşıyor… Burada balık yemekleri revaçta… Ama biz balık yerine makarna yiyoruz; Napoliten soslu spagetti…
Konuşma ne zaman bitti çiçekçi ne zaman uzaklaştı fark edemedim. Bir an ne düşündüğünü bile hatırlamayan insanların şaşkınlığında sağa sola bakındım.
- Çiçeği masaya bırakabilirsin. Dedi Leyla. Hızla elimdeki çiçeklere giden gözüm, sonrasında Onun sevgiyle gülümseyen gözleriyle buluştu… Bazen zamanın durduğu anlar olur. Bu içinize bakan bir çift gözün gülümsediği o an ise, bakışlar ve etkisi ölümsüzdür…
- Çiçekçi gitti mi? Dedim, usulca. Gülümseyen bir fısıltıyla:
- Gitti. Dedi.
- Ekmek parası için başka müşteriler gerekir biliyorsun...
Restoran içinde gezinen Hamza’yı izliyorum. Elinde çiçeklerle; sessiz, rahatsız etmeden sokuluyor bir başka masaya.
- İlginç bir çocuk. Diyorum.
- Daha önce Alevilerle karşılamadın mı? Diye soruyor Leyla.
- Çoğu böyledir. Temiz dürüst ve doğal… Ona çok eskiden ben henüz küçük bir çocukken tanıdığım Amasyalı komşularımızdan söz ediyorum. Gür beyaz bıyıklı Salim amcadan, hanımı Gülsüm teyzeden… Cevizli elmalı, pekmezli aşurelerinin tadına yeniden bakmak için Muharrem ayını dört gözle beklediğimi. Bu günün anlamını ve önemini onlardan öğrendiğimi aktarıyorum…
Restoranda bir süredir devam eden sessizlik sona eriyor. Ustaca gizlenmiş hoparlörlerden adeta büyülü bir sis perdesi gibi ağır, usul Latin müziği yayılıyor dört bir tarafa… Ezgiler kendinden emin bir hızla her yanı tutuyor. Nağmeli sis perdesi; masaları, sandalyede oturan insanları, o insanların kendi aralarında konuştukları her şeyi silik, eskidikçe kıymetlenen nadide birer tabloya dönüştürüyor… İçimden Leyla’nın ellerini tutmak geçiyor. İnce, uzun ama asla gereğinden fazla değil… Latin ezgisi gelip parmaklarına konuyor Leyla’nın… Bardağımın içinde bir okyanus esintisi dolanıp yüzüme bırakıyor kokusunu… Anlıyorum ki güzel olan her şey, güzel olan bir başka şeyle gösteriyor kıymetini. Kokusu alınmamış bir meltem, coşkusu duyulmamış bir dalga, mavisi paylaşılmamış bir gökyüzü neye yarar ki diyorum kendi kendime…
Leyla’nın yanında çok konuşmuyorum. Aslında diğer arkadaşlarımın yanında geveze bile sayılırım. Hele Taner hiç karşı koyamaz çeneme. Böyle hayat içinde olup bitenden konuşmaya başlayınca ben, aslında kumral olan ama kızılmış gibi gelen çehresini garip bir hale koyarak:
- Nereden buluyorsun böyle konuları bilmem ki. Der.
- Âlim misin filozof mu?..
Aniden fırtına öncesini gösteren anlamsız bir sessizlik oldu. Restoranda olan her kes gibi Leyla ile ben de susup, sessizliğin seslenişini dinledik. Ardından yan masadan gelen sinirli bir erkek sesi hareketsiz duran her şeyi ortasından delip geçti. Başımız, gayrı ihtiyari sesin geldiği yana döndü. Az ileride, bizden iki masa ötede Hamza, şaşkın ürkek gözlerle donmuş dikilmekte. Ayaklarının ucunda yere saçılmış bir demek renkli kır çiçeği… Sinirli adam; sesi acımasız balyoz darbeleri gibi dokunduğu yeri uçurarak dinlenip dinlenip gürlüyor.
- Kim alıyor bunları içeri anlamıyorum…
Şef garson hareketleniyor. Sinirli adamın karşısında oturan kadın, onu sakinleştirmeye çalışıyor. Kadının hareketinin restorandaki havayı yumuşatacağına inanan şef garson müdahale için tereddüde uğruyor.
- Belki alerjim var. Belki çiçek sevmiyorum. Hamza kıpırdamadan duruyor gözleri, oraya buraya savrulan çiçeklerinde, hareketsiz donuk bir bakış gibi…
- Her yanı istila etti bu adamlar. Bir türlü yatışmıyor adam. Etraftaki suskunluk sürdükçe artıyor hiddeti. Hamza yanıt vermiyor. Kırgın bakışları, yerdeki kır çiçeklerini topluyor. Biz dâhil kimse nasıl bir tavır koyacağını kestiremiyoruz. Hamza, dalları tamamen kesilmiş kuru bir ağaç gövdesi gibi melül mahzun dikiliyor.
- Bakmayın bunların böyle uysal duruşlarına. Diyor adam.
- İşlerine geldiği zaman böyle. İşlerine gelmediği zaman panter kesilirler.
Hamza yere dağılan çiçeklerini almak için hareketleniyor. Yakınlarındakileri alıp, uzaktakileri toplamaktan vazgeçiyor. Karşılık görmemekten cesaretlenen adam, ayaklarına yakın yere savrulan birkaç çiçeği eziyor tabanıyla.
- Bir tenhada kıstırırlarsa sizin canınıza okurlar. Diye gürlüyor, kapıya doğru yönelen Hamza’nın ardından.
- Almayın kardeşim böyle insanları…
Şef garson diğerlerine işaret ediyor. Hızla bir temizlik hareketi başlıyor restoranda. Çok sürmeden içerideki çiçekler bizim masamızdakiler oluyor. Sessizlik Latin müziğinin sisli buğusunda eriyor. Leyla buruk. Ama toparlanıp, neşeli eski bir öyküyü anlatmaya başlıyor. Masalardaki başlar birbirine dönüyor. Parlak bordo narin, ince topuklu ayakkabılar, kaliteli süet ayakkabılara karşı kıpırdanıyor. Dışarıda bir köşede bekleyen eski Fransız kalıntısı, uzun hurda bir tabut gibi bekleyen Hamza’nın Çiçekçi Arabası, sessizce uzaklaşıyor camın önünden…
Akşam gizlice yerleşiyor dört bir tarafa. Restoran kalabalıklaşıyor. Taner gelmedi yine. Onun sözünde durmaz halinin yabancısı değiliz. Kim bilir belki de bizi baş başa bırakabilmek adına yaptığı kendince kurnazlığın kıymetini bildiğimiz için, üzerinde fazla durmuyoruz yokluğunun…
Ayrılık saatleri böyle oluyorum. Gözüm dalıp gidiyor bir yerlere. Bir günü daha bitiriyoruz birlikte. İspanya’dan Mardin’e anlatılmış öyküler; Kazakistan’dan Moldova’ya Rusya’dan Kanada’ya okunmuş şiirler, iki kişilik fısıltılarla mırıldanılmış şarkı nağmeleri kalıyor masada. Leyla’nın sandalyesini çekiyor şef garson ona teşekkür ediyoruz.
Yol kenarında midyeciler, seyyarlar, onlarca çiçek satıcıları, ışıltılı mağazalar, gökyüzüne uzanan kocaman apartmanların arasında mini minnacık iki nokta gibi bekliyoruz. Leyla yüzüme bakıyor konuşurken. Bütün vücudum ısınıyor bir anda. Tepeden tırnağa bir çift gözmüşüm de, güneş tam ortasına doğuyormuş gibi bebeklerimin, gözlerimi kısıyor kaçırıyorum. Umursamaz olmaya çalışmam nafile ayrılık ayakucumdan girip, yukarılara sıçrıyor acımasız… Bir taksi duruyor önümüzde. Kapısını açıyorum. Leyla koltuğa geçerken, kapıyı tutan kolumun arasından kokusunu alıyorum. Teninin rayihası, elindeki kır çiçeklerininkine karışıyor; vedalaşıyoruz…
Yalnızken İstanbul daha da kalabalıklaşıyor. Hastalıklı bir damardan akmaya çalışan kirli kan ırmağı gibi, gizemli kıpırtılar dolaşıyor her yanda… Yürümeye meylediyorum; amaçsız, kararsız, bir başıma… Önümden caddeler çekiliyor, kaldırımlar, sokak lambaları yol veriyor. Adına İstanbul denilen o kirli ırmak bana aldırmadan kendi mecrasında akıp gidiyor. Böyle bir karmaşanın, bu denli mucizevî ahengi şaşkınlığımı büyütüyor.
Bir otomobil yanaşıyor arkamdan. Nedensiz ürperiyorum. Yolun kenarını terk edip kaldırıma çıkıyorum. Hızla geçiyor yanımdan; yakın ve ürkütücü… Arka- kırmızı parlak- stop lambaları gözümü alıyor. Çok geçmeden acı fren sesini duyuyorum. Ardından yine o parlak stop lambaları, gürültülü çalışan bir motor ve gaz sesi. Koşarak olay yerine gidiyorum. Otomobil süratle uzaklaşıyor. Çarptığı insan az ileride hareketsiz. Etraf kalabalık. Ancak kimse cesaret edip yaklaşmıyor yanına. İlk ben varıyorum. Sağ kolu başının altında, dizleri yarı kıvrılmış halde yatıyor. Ceketimi çıkartıp başının altına koyuyorum. Alnında kan var. Ancak başında, ezik ya da kesik göremiyorum. Etrafta her kafadan bir ses çıkıyor. Ambulans için feryat edenleri duyuyorum. Ancak ambulansın gelmesi için yeterince zamanımızın olduğunu sanmıyorum.
- Bir araba. Diyorum kalabalığa.
- Yok mu bir arabası olan. Ölüyor adam…
Kucağımda adam, etrafımda insanlık, ölüyor usul usul… Sanki kalabalık uzaklaşıyor birden. Daha geriye çekilip, beyhude bir alışkanlıkla ambulans gelmesi gerektiğini seslendiriyorlar. Yaralı adamın kolu koluma değiyor. Çok sıcak, ürperiyorum. Yüzüne dikkat kesiliyorum sonra. Bu yüzü nereden tanıdığımı düşünüyorum. Çok iyi değil ama sanki çok yakın bir zaman önce gördüğüm bir yüz gibi… Ayakkabılarının sadece birisi ayağında… Kaliteli bir süet ayakkabı teki… O anda kare tamamlanıyor, kafamdaki soru işareti yanıtını buluyor. Restorandaki adamı hatırlıyorum… Hamza’ya çiçekler için söylenen kızgın adam… Kıpırdanıyor kızgın adam. İnlemeyle karışık sözler mırıldanıyor, anlamıyorum söylediklerini. Ambulanstan haber yok. Kalabalık artıyor. Kimse yaralı için bir araba bulamıyor. Birden arkamda bir el hissediyorum.
- Geçmiş olsun ağabey. Diyor. Hamza bu. Kirli sarı hardal rengi arasında geniş yüzü ay gibi parlıyor.
- Sağ olasın. Diyorum.
- Tanıdığım değil. Bende az önce geldim. Bir araba lazım bu adama. Ambulansı bekleyecek gibi görünmüyor.
Eğilip bakıyor Hamza adamın yüzüne. Elini onun saçlarına götürüyor okşuyor gibi. Boynundaki Zülfikar figürü sokak lambasının ışığında parlayıp sönüyor.
- Ağır. Diyor durumu.
-Tanıdın mı. Diyorum. İçimde bulanık duygu çakışmaları yanıp sönüveriyor. Ilık bakışlarını insanı şaşırtan bir olgunlukla gözüme dikip;
- Yaralı bir adam işte. Diyor. Aklım karışıyor. Bir şey söylemek ihtiyacı ile tekrara dayanan sözcükler çıkıyor ağzımdan.
- Böyle kalırsa ölecek… Adama bakışından onu tanıyıp tanımadığını çözmeye çalışıyorum ama nafile.. Tanıdığı kesin lakin yüzünde değişme olmuyor. Bana dönüyor Hamza.
- Arabam şurada diyor. Arka koltuğa koyup götürelim. Başımla onaylıyorum.
Çevredekilerin yardımıyla yaralının belini ve boynunu dik tutmaya çalışarak onu arka koltuğa yerleştiriyoruz. Fransız kalıntısı hurda dışına göre daha iyi durumda. Koltuklar tertemiz. İnliyor adam. Alnındaki kan koltuğa ardından da, kenardaki kır çiçeklerine bulaşıyor. Örselenen çiçeklerin kokusu kan ve ter kokusuna karışıyor. Otomobil bulununca yardımsever sayısı artıyor birden. Yaralının yanına birisi oturuyor. Ön koltuğa başka bir yardımsever… Bana yapacak başka bir şey kalmıyor. Hamza direksiyona geçerken benim orada kaldığımı görüyor.
- Ağabey sana zahmet bagaj kapağını usulca kapatıver. Diyor.
- Tamam. Diyorum. Kenardaki çiçekleri içeri doğru iteleyip kapağı kapatıyorum. Bagaj kapağının hemen kenarında el yazısı biçiminde yazılmış küçük bir söz dikkatimi çekiyor. ‘İncinsen de incitme.’… Hareket ediyor Hamza… Kalabalık iyi bir iş yapmaya katkıda bulunmanın huzuruyla bakıyor hastaneye doğru giden arabanın ardından. Ben kalabalık, gürültülü, karmaşık İstanbul’uma dönüyorum yeniden; damarlarımda İstanbul’a inat sakin, mutlu, bahtiyar insancıl bir sıcaklık dolaşıyor…
2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Şahin ÖRGEL “KIR ÇİÇEKLERİ” adlı öykü ile. 2.Fehmi SAĞLIK “TACDAR DEDE” adlı öykü ile. 3.Salim NİZAM “MİNARE USTALARI” adlı öykü ile. 2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Mustafa ERMİŞ “UZAKLIĞIN BELGESİ” adlı şiir ile. 2.Dr. Salim ÇELEBİ “DALINDA SEV GÜLÜ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ÇARMIHA GERİLEN DUYGULAR" adlı şiir ile. 2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “İNCİTME DOST” adlı şiir ile. 2.Ali TOPOĞLU “İNCİNSENDE İNCİTME" adlı şiir ile. 3.Ozan GÜLDİKEN “İNCİNSENDE İNCİTME” adlı şiir ile. MANSİYON: Fikret DİKMEN "İNCİTMEN DİYE" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "İNCİNSEKTE İNCİTMEYİZ" adlı şiir ile.
Kısa Öykü Yarışması İkincisi
Fehmi SAĞLIK
TACDAR DEDE
Kapı komşuydular. Her iki aile de birer gecekonduda oturuyordu. Onlar Van’dan, Gülizarlar da Hınıs’tan kalkıp gelmişlerdi İzmir’e.
Gülizar, Sümbül’ün sınıf arkadaşıydı.
Gülizar’ın babasının adı ‘Tacdar’dı; ‘Tacdar Dede’ diyorlardı ona. Bu adam, sevgilisiydi. Yolda giderken bir taş, bir naylon poşet, bir kâğıt parçası görsün, alır çöp bidonuna koyardı hemen. Kızgınları o sakinleştirir; küskünleri o barıştırırdı. Mahalle sınırsız bir okuldu; öğretmeni de Tacdar Dede’ydi.
‘Tacdar’ sözcüğünün anlamını, Gülizar’dan öğrenmişti: ‘Taç giyen hükümdar’ demekti. Gülizar’ın anasının adı da ‘Senem’di. ‘Senem’in de ‘put’ anlamına geldiğini yine arkadaşı anlatmıştı ona. Bununla da kalmamış, kendi adının anlamını da açımlamıştı ona:
“Gül yanaklı”. O zaman da ikisi birden gülmüştü.
Lisede edebiyatı, en iyi bilen Gülizar’dı. Özellikle ‘Halk Edebiyatı’nı ve ‘tasavvuf’u çok iyi biliyordu. Bu alanda tanımadığı şair ve düşünür yoktu. Öğretmen bile çekinerek konuşurdu Gülizar’ın önünde.
Evleri gecekondu olmasına karşın, ayaklarını sarkıtsalar Körfez’in suyuna değerdi.
Her ikisinin de evlerinin damı, bir gökdelenin en üst balkonu gibiydi. Akşamları bu damlara çıktıklarında İzmir, ışıktan ikinci bir deniz gibi görünürdü onlara. O güzelim Mavişehir’e, Bostanlı’ya, Karşıyaka’ya tepeden bakarlardı. İzledikleri manzaranın tadı damaklarından, parıltısı gözlerinden silinmezdi bir zaman.
Sümbül’e annesi, Gülizarlar için ‘Alevi’ der dururdu hep. Babası da annesinin bu tür konuşmalarında sözünü keserdi hemen:
“Keşke herkes komşum Tacdar gibi olsa; karıncayı incitmez o. Bana göre en gerçek Müslüman odur. Adam bir kere hoşgörülü ve sabırlıdır. Sonra onun için bir ‘bilgi küpü’dür dersem, hiç de yanılmam.”
Annesiyle babasının bu konuşmaları, Gülizarlarla ilgili Sümbül’ün merakını iyice kamçıladı.
Sümbül, ders çalışma bahanesiyle Gülizarlara gitti bir gün; bir punduna getirip ‘Alevilik’ hakkında bilgi istedi Tacdar Dede’den. Canına minnet Dede’nin; o da kızıyla onu, karşısına oturtup bir güzel ders verdi onlara:
“Önce bir özdeyişle işe başlayayım: ‘İncinsen de incitme.’
Bu tümce, Pirimiz’in öğüdüdür bize. Yeryüzünde söylenmiş en güzel tümcelerden biridir bence. Biz böylesi söylemlerden oluşmuş bir öğretiyle, yoğrulmuş bir toplumuz. Hoşgörüyü, pirlerin piri Hacı Bektaş’tan; direngenliği, haksızlığa başkaldırıyı Nesimi’den, Pir Sultan’dan almışız.
Konukseveriz. Böldüğümüz ekmeğin büyük parçasını arkadaşımıza veririz. Bizden önceki ustalarımız söylemiştir: ‘Namus hariç, bölünmez bir malımız yoktur bizim.’
’72 millet’i bir tutarız. Bugün bu sayı, artmıştır kuşkusuz. Irk, renk, cins, dil, din ayrımı yapmayız. Yönümüz ileriyedir daima. Bizde bağnazlık, kıskançlık, aşağılama yoktur. İmece vardır; paylaşım vardır; eşitlik vardır.
Alevilik budur işte sevgili kızım. Baban, iyi tanıyor beni; tüm mahalleli iyi tanıyor; sen de tanıyorsun. Okula giderken görürsün hep: yolunuzun üstünde solda yeni yapılan bir bina vardır. Cemevi’dir orası.
Gel konuğumuz ol bir gün; Gülizar’a eşlik et; sazımızı/ sözümüzü işit; yolumuzu/töremizi gör. Daha iyi aydınlanırsın o zaman.”
Öyle yaptı o da. Babasından izin alıp Gülizar’la birlikte, Tacdar Dede’nin yönettiği ‘cem töreni’ne katıldı bir gün.
Bir döşek serilmişti başköşeye. Döşeğin üstünde Tacdar Dede, oturuyordu. Olanları, gördüklerini tıpkı bir çevirmen gibi uygun bir biçimde Gülizar açımlıyordu ona. Onun sormasına gerek kalmıyordu artık.
“Bu döşeğe ‘post’ denir. Postta oturan da ‘dede’dir. Dedelik, İmam Ali’den sürer gelir.
En büyük pir, İmam Ali’dir. Dede, ‘mürşit’tir; ‘pir’dir. Görüyorsun işte; bizde kadın/erkek ayrımı yapılmaz. Hep bir aradayız işte böyle. Alnımız secdede iken dede, dua okur; bizler de hep bir ağızdan ‘Allah Allah’ deriz. Duamız Türkçedir. Söyleneni herkes anlar. Cem süresince, her eylemin bir duası vardır.
Işık, çok önemlidir bizde. Eskiden ‘çerağ’ derlermiş buna. Işık, aydınlıktır. Karanlığa değil, aydınlığa koşarız biz. Az sonra ‘lokma’ dağıtılacak. Herkes evinden yiyecek için bir şeyler getirir. Dede ve diğer görevliler bu toplanan yiyecekleri eşit bir biçimde pay ederler. Bu paylar, dedenin eli öpülerek alınır. Buna ‘lokma’ denir işte. Lokma duayla yenir. Su, duayla içilir. Süpürme işlemi duayla yapılır. Cem süresince sazlar çalınır, deyişler okunur, semah dönülür. Bunları görüp yaşayacaksın şimdi.”
Sümbül de o gün, Tacdar Dede’nin elinden lokmasını aldı; zevkle, büyük bir iştahla yedi.
Tacdar Dede, lokma sonunda duasını hemen okudu:
“Allah Allah diyelim; kadim billâh diyelim. Bu gitti, ganisi gele; Muhammet, Ali bereketi getire. Pişirip kotaranlara, yiyip yedirenlere, Şah-ı Vilayet şefaat eyleye. Lokmanın gittiği yere gam/kasvet girmeye. Lokman-ı hekim bizimle ola. 12 İmam, yardımlarını üstümüzden esirgemeye. Halil İbrahim bereketi soframızdan, Hızır’ın eli sırtımızdan eksilmeye. Biz tükettik, Allah doldura. Allah, devletimizin kasasını, milletimizin kesesini gani gani eyleye. Fukaralık yeryüzünden siline; yoksulların yüzü güle. Yediğimiz her lokma evimizde, işyerimizde bize sağlık getire. Allah, kazalardan/belalardan bizi koruya. Şimdi hep birden ‘gerçeğe hu’ diyelim…”
Sümbül, o akşam yatağına girdiğinde düşündü:
Günü çok güzel geçmişti. Gerçi TV’lerde zaman zaman Alevilik ve cemevleri üzerine söylemler dinlemiş, görüntüler izlemişti; ancak arkadaşı Gülizar’la birlikte o gün gördükleri ve Tacdar Dede’den işittikleri kadar böylesine donanımlı olmamıştı.
Gerçekten de bu cemevleri bir dayanışma, bir paylaşım yeriydi; bir kültür eviydi; bir okuldu. Tacdar Dede de, bu okulun öğretmeniydi; öyle sadece cennetten/cehennemden söz edip durmuyordu.
Her gün sadece merhabalaşıp geçtiği Tacdar Dede, gözlerinde daha da büyüdü.
Gözleri kapalı olmasına karşın yatakta hep Tacdar Dede’yi görüyordu Sümbül.
Semah dönenler, okunan o deyişler, çalınan o bağlamalar, yatağın içinde bile onu mest ediyordu.
Ne de güzel anlatıyordu bu Tacdar Dede:
“Biz her şeyi, iyiliği de kötülüğü de ‘insan’da görürüz. İyiliği benimser, kötülüğü dışlarız. Allah bize görmemiz için göz, işitmemiz için kulak, düşünmemiz için beyin, bunlarla kazandıklarımızı paylaşmak için de dil vermiştir. Öyleyse gözümüz, güzeli görmeli; kulağımız, doğruyu işitmeli; beynimiz, gerçeği yorumlamalı; dilimiz, tatlıyı damıtmalı. Acı da sevgi de insan içindir. Biz acıdan yana değil, sevgiden yana olmalıyız.
Pirimiz’in buyruğu, pirimizin öğretisidir bu. Acı, sadece bedende oluşmaz; acıyı sadece bıçak, kurşun, darp doğurmaz. En büyük acı, yürekte/bellekte oluşandır; bunun öznesi de ‘dil’dir. Bunu iyi bilen Pirim, taa çağlar önce ‘İNCİNSEN DE İNCİTME’ demiştir. ‘İncinmek’ sözcüğü, her ne denli ‘küçük’ gibi gelirse de insana; gerçekte o, büyük acıların başlangıcıdır; göle atılan halkalar gibi yayılır tüm yöreye. Gençlerimiz incinir; çocuklarımız incinir. Anne/baba, dost/akraba, konu komşu incinir.
Biz anne ve babaların görevi, çocuklarımızı/gençlerimizi, yanımızı/yöremizi incitmekten çok, içimizdeki olanca sevgiyi onlarla paylaşmak olmalıdır. Bizlerle birlikte yaşadıklarımız arasında sağlam bir köprü olmalıdır. ‘Güven’, çok önemlidir. Çocuklarımıza, yakınlarımıza, yöremizdekilere karşı baskıcı, incitici davranışlardan uzak durmalıyız.
Aramızda kurulan, bizi birbirimize bağlayan o sağlam köprüyü yıkmamalıyız. Onların bize karşı yanlış davranışlarını, incitici sözlerini hoşgörüyle karşılamalıyız. Üçüncü imamımız Hz: Hüseyin’in, şu güzel sözünü hep anımsamalıyız: ‘İnsanların en büyüğü, intikama muktedir iken bağışlayandır.’ Ulularımızın, pirlerimizin sözleri bize kılavuz olmalıdır. Onların yolunda gidersek, yanımız/yöremiz, güllük gülistanlık olur…”
O sabah uyandıklarında Sümbül’de, büyük bir değişiklik gördü anası; kızına seslendi:
“Hiç uyumamışsın gibi?”
“Doğru” dedi Sümbül; konuşmasını sürdürdü:
“Şu Tacdar Dede’yle oldum hep. Sağıma döndüm o; soluma döndüm o. Kulaklarımda onun sesi; kapalı gözlerimde onun gölgesi. Anlattıkları hiç çıkmayacakmış gibi kazındı belleğime. Düş mü gördüm ne, hiç bilemiyorum: Bu Tacdar Dede bazen Hacı Bektaş, bazen Pir Sultan gibi göründü gözlerime; bazen elinde bir kitap, bazen dizlerinde bir saz; bazen de tahta başında edebiyat öğretmenim olarak çıktı karşıma; bazen şiirler okudu Hacı Bektaş’tan, Pir Sultan’dan, Hatayî’den…”
Anası, Sümbül’ün gözlerine baktı.
“Ermişler gibi konuşuyorsun kızım?”
“Doğru diyorsun anne; o eski Sümbül değilim artık. Değiştim bir iyice. Bir Gülizar daha kazandı Tacdar Dede. Sevincimin derecesini bilemezsin. Eğer Alevilik, bu gördüklerim, bu işittiklerim, bu yaşadıklarımsa, bundan böyle ben de Alevi’yim…”
Ana/kız, birbirlerine sevgiyle sarıldılar...
2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Şahin ÖRGEL “KIR ÇİÇEKLERİ” adlı öykü ile. 2.Fehmi SAĞLIK “TACDAR DEDE” adlı öykü ile. 3.Salim NİZAM “MİNARE USTALARI” adlı öykü ile. 2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Mustafa ERMİŞ “UZAKLIĞIN BELGESİ” adlı şiir ile. 2.Dr. Salim ÇELEBİ “DALINDA SEV GÜLÜ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ÇARMIHA GERİLEN DUYGULAR" adlı şiir ile. 2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “İNCİTME DOST” adlı şiir ile. 2.Ali TOPOĞLU “İNCİNSENDE İNCİTME" adlı şiir ile. 3.Ozan GÜLDİKEN “İNCİNSENDE İNCİTME” adlı şiir ile. MANSİYON: Fikret DİKMEN "İNCİTMEN DİYE" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "İNCİNSEKTE İNCİTMEYİZ" adlı şiir ile.
Kısa Öykü Yarışması Üçüncüsü
Salim NİZAM
MİNARE USTALARI
Güneş yeni güne uyanırken, naturist bir ressamın fırçasıyla çizilmiş gibi ihtişamlı dağlar kızılın tonlarıyla boyanmıştı. Gecenin atlas perdeleri, tarlakuşları ve sığırcıkların şen cıvıltılarıyla kalkarken ıssız bozkıra sabahın serinliği çökmüştü. Dere kıyısınca uzanan kavaklıklarda karga korosu günün ilk bas ve alto şarkılarıyla arya söylüyorlardı.
Bozkırın ortasındaki küçük köyde taş evlerin birinde, Hurşide Gelin geceyi çay gibi demlemişti. Bütün gece uyuyamamış, yatağında saatlerce dönüp durmuş ve sabahı zor etmişti. İlk horozlar öterken ve sabah ezanı köydeki tüm haneleri dolanırken derin düşüncelere dalmıştı. Kaç zamandır yüreğini daraltan, içini sıkan, eşiyle bile paylaşamadığı bir şeyler vardı. Dağların arkasındaki köyden gelin geldiği bu hanede giderek daha da suskunlaşıyordu. Günlük işlerini yaparken, kuyudan su taşırken, fırına ekmek atarken, koyunlarını sağarken, derede çamaşır yıkarken de yapayalnızdı. Köye gelin geldiği günden beri güler yüz görmeye, tatlı bir kelam duymaya hasretti. Düğün gecesinde gerdeğe girdiği sırada, şiddetli yağmur başlamış ve köy camisine yıldırım düşmüştü. Köylüler caminin minaresinin yıkılmasını Hurşide Gelin’in uğursuzluğuna bağlamışlardı. Hurşide Gelin o yıl ekinlerin hasadını, harmanını da görememişti. O yaz çok sıcak geçmiş, bütün ekinler başağa durmadan kurumuştu. Tarlalardaki kuruyan ekinler ota biçilmiş, bozkırda davarların ardından, koyunlar ve keçiler salgın hastalıklar yüzünden bahara varamamıştı. Cehennem ateşi gibi kavurucu yazda dereler kurumuş, köydeki kuyuların suyu çekilmişti. Köylüler eşek sırtlarında güğümlerle üç kilometre uzaklıktaki ırmaktan su getirmek zorunda kalmışlardı. Hurşide Gelin’in yaşlı eşeği kuraklığa dayanamayıp ölmüş, zavallı gelin aylarca sırtında su taşımak zorunda kalmıştı. Köyün bilge kişileri, kocası Nuri’ye baskıyı arttırmışlar, bu uğursuz kadını tez zamanda boşamasını söylemişlerdi. Zavallı gelin kapı önüne çıksa, kolu komşu şeytan görmüş gibi içeri kaçıyor, yüzüne kapılarının sürgülerini çekiyorlardı. Bahçelerindeki eriklerden mahalle çocuklarına dağıtacak olsa, çocuklar bile vebalıymış gibi kaçıyorlardı. Düğün yerine gitse yanına kimse oturmuyor, ağıt yerine gitse ağıtlar ondan ayrı tutuluyordu. Geçen haftaki düğüne bir tepsi baklava yapıp götürmüştü. Baklava tepsisi gün boyu masanın üzerinde kalmış, arılar ve karıncalar sarmıştı. Aynaya baksa saçı, gözü, kaşı yerindeydi. Boyu posu herkeslerden pek farklı değildi. Köye ilk geldiği hafta yan komşusu yoğurt mayası almaya gelmiş, ayaküzeri kısa konuşmuşlardı. Daha sonra köy çeşmesinde ve çalıdan duvarlarının ötesinde de görmüştü onu ama tek kelam etmemişlerdi. Hurşide Gelin, neler olduğunu anlayamıyordu. Çalıdan çitlerinin arkasından halini hatırını soracak olsa, komşusu görmezden geliyor, başka işle meşgul oluyordu. Meyve ağaçlarının dalları daha bahçelerine geçmeden kesiliyordu. Kocasına öğle yemeği götürecek olsa yolda karşılaştığı kimseler yol değiştiriyor, farklı yönlere gidiyorlardı. Kahvehaneler önünden geçerken onu görmezlikten gelseler de, ardından baktıklarını hissediyordu. Hurşide Gelin’in insan sevgisiyle dolu yüreği kırılmıştı, incinmişti. Herkesler kırmıştı garip yüreğini, gönül kabesi yıkılmış, tarumar edilmişti. Dağlardaki kurtlara, kuşlara bile kırgındı.
Yaşlı baba bu sabah erken uyanmıştı. Sundurmalarının önünde ibrikten abdest alırken çıkardığı sesi duymuştu Hurşide Gelin.. Misafir odalarının penceresinde Kuran-ı Kerim okurken de dinlemişti onu. Kocası bu sabah da uyanamamıştı. Nasıl uyansındı ki, bütün gece sundurmada içki içip durmuştu. Hurşide Gelin, eşinin bu haline, sarhoş oluşuna çok üzülüyordu. Dün gece eşi, içkinin yanına peynir ekmek istediğinde, emirlerini yerine getirmediği için dayak yemiş, her tarafı morarmıştı. Hurşide Gelin, ona beddua edememenin, kötü bir laf söyleyememenin acısını içine atıyordu. Hep içine atmaktan yorgun gönlü yıpranmıştı, gamla dolup taşmıştı artık. Kocası Nuri’nin bir gün cami yaparken Allah’ın gazabına uğramasından, başına kötü bir hal gelmesinden korkuyordu.
Hurşide Gelin eşini uyandırmak için küçük pencerelerinde sardunyalar bulunan odalarına girdi. Eşine ismiyle seslendi. Gün ışımasına rağmen uyanacak gibi görünmüyordu. Sırtına dokunarak onu hırpaladı. Uykusu ağır olan Nuri Usta, diğer tarafına döndü. Hurşide Gelin, öfkeden boğazı yırtılırcasına bağırdı. Nuri usta yerinde zıplarken, sundurmada Kur’an okuyan yaşlı baba okumasına kısa bir süre ara vermişti. Kahvaltı sofrası hazırdı. Ocağa çay koymuş, tarhana çorbasını geniş bir tepsiye dökerek içine ekmek parçaları ve peynirden ufalamıştı. Hurşide Gelin’in canına tak etmişti artık eşinin gamsızlığı. Her gün onu uyandırmakta aynı zorluğu yaşıyordu.
Su almak için mahallelerindeki kuyuya giderken yan komşusu kuyudan dönmekteydi. İçinden selam vermek istese de almayacağını bildiği için ikilemde kalıyordu. Ama yine de selam Allah’ın selamıydı, ne güzeldi selam; iyilik hoşluk, barış bildiriyordu. Hurşide Gelin, almasa da selamını yine de verecekti. “ Dünün üzerinden bir gece geçti.” diyecekti. “Dün dünde kalmalı, bugün farklı olmalı, bugün farklı olalım.” diyecekti selamında. “Güneş yeni baştan doğdu.” dünümüzün üzerine diyecekti. Fatma Gelin’in kovalarındaki su bile taşa taşa, döküle döküle geliyordu, tozlu yolların üzerine. Gönüller neden taşmasındı, neden yeni bir hikâye yazmasındı? Al yazması, mor şalvarı ne de yakışmıştı güzel komşusuna. Ala yanaklarında bir gülümseme eksikti. Yoksa derdi mi vardı komşusunun? Dertsiz insan bostan korkuluğunda bulunurdu, anlatsa anlardı elbet halinden. Açmalıydı komşusu derdini, duvarı nem, insanı dert yıkmadan. Başını kaldırmalıydı, gözlerinin içine bakmalıydı. Işıl ışıl bakmalıydı gözleri. Bu selam içine sabah serinliği doldurmalıydı.
—Günaydın komşum. Nasılsın? Günün aydın olsun.
—…
Az sonra istasyondan geçen iki yük treni gibi hızla, yolcusuz, selamsız geçtiler. Yük trenleri gibi artlarında kara duman, gönüllerde kir ve pıhtı bıraktılar ve farklı yönlere doğru uzaklaştılar.
Bahar kekik ve nane kokularıyla gelmişti. Dağlar karlarını silkelemek istercesine alçalmış, sert poyraz rüzgârına meydan okuyordu. Hurşide Gelin, kuyunun kelebesini eliyle çevirirken gönlünün ateş pare yangınlarını kuyunun soğuk suları bile söndüremezdi. Daha kuyudan iki kova su çekebilmişti ki, hışımla fırlattığı kova kuyunun taşlarına çarparak yalpalaya yalpalaya suda kaybolmuştu.
Hurşide Gelin yeni bir kova almak için eve dönerken üzerinden çığlık çığlığa geçen karga sürüsü köy camisinin bakır kubbesine konmuştu. Kargaların peşinden gözleri minarenin en tepesine kadar tırmandı. Yaşlı babasını minarenin şerefesinden aşağıya halat sarkıtırken gördü. Birden Nuri gelmişti aklına. Aklı kadar gönlü de ayran yayığı gibi karışmış, baharda coşan dereler gibi bulanmıştı. Nuri’yle dün geceki tartışmaları içini tırmalıyor, yediği dayak hala aklından çıkmıyordu. Ne kadar talihsiz bir gelindi. Hamarat bir babadan ancak bu kadar asi ve aylaz bir oğul olurdu. Gamsızlığı, çatık yüzü, aksiliği yetmezmiş gibi gece yarılarına kadar kafayı çekmesi, her gece kavgalarına sebep oluyordu. Bu hanede bir senelik gelin olmasına rağmen bir bebesinin olmaması onu yetmiş yaşının kalp kırgınlıklarına getirmişti. Şehir şehir, doktor doktor dolaşmışlar, hocalara, kocakarılara danışmışlar ama dertlerine çare bulamamışlardı. Yaşadıkları bu durum Nuri’yi içkiyle buluşturuyor, Hurşide Gelin’i gençliğinden uzaklaştırıyordu. Her gece tartışıyorlar ve gereksiz yere kalp kırıyorlardı. Hurşide Gelin, eşinin dün geceki sözlerine çok kırılmıştı. Yüreği kırk yerinden lehimlenmiş abdest ibriği gibi kırk bir yerinden delinmişti.
Bir hafta sonra köy minaresi gök kubbeyi delerek yükselmişti. Taş minare tamamlanmış, sıra bakır âlemin takılmasına gelmişti. Bir hafta da sıva ve badana işlerinin ardından ilk ezan okunacaktı. Ezanlar insanları barışa, huzura çağıracaktı. Minarenin şerefesinden bakan yaşlı baba oğluna seslendi. Aşağıda gerinen ve koca ağzını açarken yüzünü buruşturan oğul yukarı baktı. Kızgınlıkla söylenmeye başladı. Her zaman böyle olurdu zaten. Yaşlı baba ne zaman bir istekte bulunsa, zavallı oğlu ya sinirlenir, ya tersler, ya da söylenir dururdu. Babasının merdiveni istediğini anlamıştı. Merdiveni halatın ucuna bağladı. Yaşlı baba merdiveni yukarıya çekerken oğul, hala esnemeye devam ediyordu. Nuri usta köy kahvehanelerinden kendilerini izlemekte olan köylülere hışımla baktı. Kahvehanedekiler babasıyla tartışmalarına ilk defa tanık oluyorlarmış gibi dikkatle onları izliyorlardı. Tüm gözlerin önünde çalışmak yaşlı baba için zor olsa da yine de kutsal bir görevi yerine getirmenin gururunu taşıyordu. Köydeki nazarı değen kadın ve erkekler aşağıdan geçerken daha dikkatli oluyor,kem gözlerden kurtulmak için bildiği bütün nazar dualarını okuyordu.
Yaşlı baba halatın ucundaki merdiveni yukarı çekerken elektrik direklerinin üzerindeki ve evlerin çatılarındaki leylek yuvalarını fark etti. Minareye doğru yaklaşmakta olan büyükçe bir leyleğin sortilerinden korunmak için sakındı. Bu sırada köyün aşağı tarafındaki yoldan gelmekte olan gelini Hurşide’yi tanımıştı. Elindeki sepetle onlara öğle yemeği getiriyordu.
Hurşide Gelin köyün Arnavut kaldırımı yollarından seke seke yürüyordu. Yolun her iki tarafındaki köy kadınlarının arasından podyumdaymışçasına yürümek hareketlerini sınırlandırıyordu. Hata yapmamak için yürümeye çalıştığında, , tökezliyor, sendeliyor, düşecekmiş gibi oluyordu. Köylü kadınlarının arkasından konuştuklarını duymuştu.
—Şu lanet kadın gene kocasına yiyecek götürüyor.
—Zavallı adam gün yüzü görmedi..
—Herif bir bebe yüzü görmeden dünyadan göçecek.
—Bu uğursuz kadına Allah hiç evlat verir mi?
—Vermez komşular vermez.
—Şunun gudubet, meymenetsiz yüzüne bir baksanıza.
—Gözleri velfecri okuyor.
—Babası da katilmiş zaten.
—İki adam öldürmüş.
—Mapushanede yatıyormuş.
—Soyu kurusun domuzun, tez zamanda geberir inşallah.
—Geleli beri köyümüzün üstünden uğursuzluk eksik olmadı.
—Taşlamalı bu laneti
—Köyden kovmalı.
Hurşide Gelin’in gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Yanakları al al olmuştu. Köylünün bir yıldır kendisiyle neden konuşmadığını anlamıştı. Babasının cezasını çekiyordu kaç zamandır. Bir ceza kikabir azabından beterdi. Kocası onu anlamıyor, tüm köylü ondan ırak duruyordu. Onu bir tek anlayan biri vardı. O da yaşlı babasıydı.
Minarenin şerefesine merdiven dayayan baba oğluna seslendi.
—Oğul, merdivenin tepesine çık, halatı çember şeklinde dolayıp en uca fırlat. Halat minareyi sarınca, halatın diğer ucunu beline dola ve tırman.
—İlk defa yapmıyorum ya bu işi.
—Minare ustalarının en zor işidir bu.
—Ben yüksekten korkmam ki.
—Âlemi minarenin ucuna koymak her babanın harcı değildir.
—Uzun ettin ama ver şu âlemi.
Hurşide Gelin köy meydanına gelmişti. Kahvehanelerde oturan erkeklerin arasından önüne bakarak geçiyordu. Erkeklerin konuşmalarına şahit olmuştu.
—Zavallı gelini boş yere suçlamışız.
—Uzun Hasan’ı öldüren Halıcıgillerin Yusufmuş.
—Yusuf muymuş?
—Adamcağız boş yere mi hapis yatmış?
—Yazık adamcağıza.
—Bu genç geline yazık değil mi? Bütün köylü ona tavır aldı.
—Vah vah vah! Garibime vah!
Hurşide Gelin’in içi sıcacık olmuştu. Az sonra soğumaya bırakılmış çorba tenceresi gibi serinlemeye başlamıştı. Tam bu sırada çığlık ve ardından büyük bir gürültü koptu. Kahvehanelerdeki erkekler ayağa kalktılar. Ağaçların dallarındaki kuşlar dört bir yana uçuştular. Nuri Usta’yı taşıyan halat kopmuştu. Elindeki sepeti fırlatan Hurşide Gelin camiye doğru koştu. Az sonra yerde yatmakta olan kocasının başındaki feryat ve figanları köyün her yanından duyuluyordu.
Hurşide Gelinlerin evi ikindiye doğru ilk defa böyle kalabalık görmüştü. Bahçelerinin en kuytu köşesinde ağaçtan ağaca halat gerilmiş, üzerine çarşaflar asılmış, mevtayı yıkama yeri hazırlanmıştı. Köy kadınları kazanlarda ısıttıkları suyu kovalara doldurarak, köy imamına ulaştırıyorlardı. Köy imamı elindeki susakla doldurduğu ılıtılmış sudan mevtanın üzerine döküyor, ovalıyor, abdest aldırıyor, onu son yolculuğuna hazırlıyordu. Her yanı morluklar içindeki mevtanın burnundan ve ağzından kan gelmeye devam ediyordu.
Olaylara anlam vermeye çalışan Hurşide Gelin, köy kadınlarının arasından insanları seyrediyordu. Herkesin gözlerinde yaş, yüzlerinde cenazelerde takındıkları hüzün vardı. Bir yıldır ondan bakışlarını kaçıran kadınlarla ilk kez göz göze geliyor, çoğunun yüzünü, gözlerinin rengini ilk defa görüyordu. Cenaze tabuta konup eller üzerinde dualarla kapıdan çıkarken Hurşide Gelin’in evinden acı çığlıklar göğe doğru yükseliyordu.
Hurşide Gelin ertesi gün yatağında yalnızdı. Sundurmada yüzünü yıkarken bakışları minareye takıldı. Yaşlı baba âlemi minarenin ucuna yerleştirmiş inerken, kapıda yan komşusu Fatma Gelin’i fark etmişti. Elinde bir bakraç süt vardı. Ardından gelen karşı komşuları Zarife Teyze’ydi. Ona bir tabak erik getirmişti. Son gelen köylüyü de tanımıştı. Düğününe baklava götürdüğü güzel gelinin annesiydi bu. Elinde kırmızı jelâtine sarılmış baklava tepsisi vardı. Aralarında dargınlık, kırgınlık kalmasın, ağızları tatlansın diye getirmiş olmalıydı. Hurşide Gelin, veren elin alan elden üstün olduğunu biliyordu. Bakraçtaki sütü tencereye, erikleri de bir tepsiye boşalttı. Tabakları geri uzatırken, gülümsemeyi unutan yüzüyle onlara teşekkür etti. Köylüleri kapıya kadar uğurladı.Dönüşte sundurmada kilimin üzerinde duran baklava tepsisine dalıp gitti.
Hurşide Gelinlerin evinde yedi gün boyunca kocasının ardından dualar okunmuş, şerbetler içilmişti. Her gece evinde farklı kadınları görüyordu. Dua okuyan kadınlar gibi, onları dinleyenler de farklıydılar. Tıpkı Âdem’in oğulları gibi. Habil ve Kabil’in soyunun ruhi haletini taşıyorlardı. Tüm beşer dünyada yaşıyordu, beşer değil mi ara sıra şaşıyordu.
Yedinci gece köy kadınlarının evlerinde hazırladıkları mekik hamurundan dağıtılmıştı. Ölünün ardından irmik helvası dağıtmak adettendi. Kocasının mezarının başında yanan ateş sönmesin diye bir haftadır mezarlığa odun taşımıştı. Yeni gömülen mezarların başında bir hafta boyunca ateş yakılırdı. Ateşin narına hangi hayvan dayanırdı ki? Ateşten uzak dururdu hayvanlar. Ateşin yakıcılığını bilirlerdi. Ya Âdemoğlu? Cehennemde odun olmadığını bile bile, günah işleyerek, kalp kırarak, niye her gün cehenneme odun taşıyordu?
Güneş dağların arkasında gökyüzüne tutunabilmenin telaşını yaşarken, yaşlı baba Yusuf suresini okuyordu. Hurşide Gelin, bohçasını hazırlarken incinmiş yüreğinden taşan damlalar gözlerinden süzülüyordu. Siyah önlüklü iki okul çocuğu bahçelerinde bitmişti birden. Birinin elinde karanfil oyalı al bir yazma, diğerinin elinde yeşil renkli bir yelek vardı.
—Hurşide teyze bunu size annem gönderdi.
Hurşide Gelin, çocuklara sarılırken de, yaşlı babasıyla vedalaşırken de gözyaşlarını tutamıyordu. Sundurmadaki kilimin üzerinde duran bohçasını alırken yerdeki karıncaları fark etti. Karıncalar, sundurmaya bırakılan baklava tepsisini sarmışlardı. Bu yıl bereket olacağa benziyordu. Hurşide Gelin, karıncaların üzerine basmadan giderken, son defa evlerine dönüp baktı. Bahçelerindeki leylaklar açmıştı.
2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Şahin ÖRGEL “KIR ÇİÇEKLERİ” adlı öykü ile. 2.Fehmi SAĞLIK “TACDAR DEDE” adlı öykü ile. 3.Salim NİZAM “MİNARE USTALARI” adlı öykü ile. 2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Mustafa ERMİŞ “UZAKLIĞIN BELGESİ” adlı şiir ile. 2.Dr. Salim ÇELEBİ “DALINDA SEV GÜLÜ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ÇARMIHA GERİLEN DUYGULAR" adlı şiir ile. 2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “İNCİTME DOST” adlı şiir ile. 2.Ali TOPOĞLU “İNCİNSENDE İNCİTME" adlı şiir ile. 3.Ozan GÜLDİKEN “İNCİNSENDE İNCİTME” adlı şiir ile. MANSİYON: Fikret DİKMEN "İNCİTMEN DİYE" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "İNCİNSEKTE İNCİTMEYİZ" adlı şiir ile.
Serbest Vezin Şiir Yarışması İkincisi
Dr.Salim ÇELEBİ
DALINDA SEV GÜLÜ
Anadolu, Anadolu’m;
çöreklenmiş bağrına medeniyetler
varsan varım
yoksan yok olurum...
Kıştı mevsim,
aylardan
kazma kürek yaktıran
soğuk bir mart,
ısıtmıştın içimizi Anadolu’da
“merhaba” diyerek dünyaya evlat;
göçmemiştik daha kente,
hem evde hem tarlada çalışırdı anan köyde
bense herkes gibi ırgat;
işçi yani, çiftçi bile değil, gündelikçi;
gerçi
mutlu yaşıyorduk
fakat umutlu değildik geleceğimizden:
Doyurmaz olmuştu karnımızı pullukla yapılan tarım;
bir yanımız yaralıydı
bir yanımız yarım;
göçtük, gelen biziz
fakat getiremedik
Anadolu’da kaldı geçmişimiz!
Adını biz koyduk atalarımızdan yadigâr,
dinin de bizden kökenin de
kendin yaratacaksın kendini
özünde özümüz var.
Ben köyde büyüdüm
sen kentte büyüyeceksin,
belki is karası
belki de bukle bukle sarı saçların olacak
kâkülü alnına dökülen;
karşılık görmeyen aşkların olacak
anımsadıkça tüyler ürperten;
yorulacaksın yoksulluktan
göz yaşların olacak
sırılsıklam ıslanacak bedenindeki ten;
yılmayacaksın yaşamdan
korkmayacaksın sana yaklaşandan;
gerçekleşemiyor yaşamda her istenen,
farklılaşıyor koşullar
değişiyor her arzuya yol açan neden;
istediğin kadar didin istediğin kadar uğraş
pişmiyor tenceredeki aş beklemeden !
Sabretmelisin evlat, sabretmelisin;
zarara zararla
zulme zulümle
karşılık vermemelisin;
doğarken devraldığın görev bu
insanlığa yakışan töre bu.
Hoşgörün ve mazlum yanın
benzetilecek bazen bir mumyanın sessizliğine
suçlanacaksın;
göz yaşların dindirecek susuzluğunu
damla damla yutacaksın;
sırlar saracak bedenini
çılgınca alkışlanacaksın;
fakat,
kulağına küpe olsun evlat, gerçek tektir;
denenmişse geçmişte
balyozun gücü asırlarca örste,
hiç şüphen olmasın
gelecek gerçektedir: Akılda,
kıldan ince kılıçtan keskindir her sözcük;
gün gelir yük olur
ödetir bedelini;
eleştir, eleştiril
fakat uygarca kullan balla kapladığın dilini.
Yüksünme,
evire çevire
tüm içtenliğinle şöyle bir bak tarihe:
Darağacında
destanlaşan Pir Sultan...
Servetin ve yasın değil,
“kitapların kalsın çocuklarına mirasın”
diyen Cafer-i Sadık;
Hak yolunda gık demeyen Hallac-ı Mansur
-Hallacı Mansur ki, işkenceciler için bile af dilerve
bitmedi daha, dur;
“Ben, konuşan Kuran’ım.” diyen İmanım Ali
ve “incinsen de incitme!” deyişiyle Hacıbektaş-i Veli
ve daha daha niceleri
rehberin olsun,
dalında sev gülü.
2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Şahin ÖRGEL “KIR ÇİÇEKLERİ” adlı öykü ile. 2.Fehmi SAĞLIK “TACDAR DEDE” adlı öykü ile. 3.Salim NİZAM “MİNARE USTALARI” adlı öykü ile. 2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Mustafa ERMİŞ “UZAKLIĞIN BELGESİ” adlı şiir ile. 2.Dr. Salim ÇELEBİ “DALINDA SEV GÜLÜ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ÇARMIHA GERİLEN DUYGULAR" adlı şiir ile. 2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “İNCİTME DOST” adlı şiir ile. 2.Ali TOPOĞLU “İNCİNSENDE İNCİTME" adlı şiir ile. 3.Ozan GÜLDİKEN “İNCİNSENDE İNCİTME” adlı şiir ile. MANSİYON: Fikret DİKMEN "İNCİTMEN DİYE" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "İNCİNSEKTE İNCİTMEYİZ" adlı şiir ile.
Serbest Vezin Şiir Yarışması Üçüncüsü
Nihat MALKOÇ
ÇARMIHA GERİLEN DUYGULAR
Türkülerimizi kana buladılar önce
Çarmıha gerdiler masum duygularımızı
Şimdi izi var aynalarda ürkek bakışlarımızın
İncindik, lakin incitmedik hiçbir zaman…
Hacı Bektaş Pirimize dayandık zor zamanlarda
Koltuk değneği yaptık sevginin en yıkılmazını
Gözbebeklerimizdeki tebessüme yasak koydular
Perde oldular güneşimize, çaldılar gün ışığımızı
Topladılar ham meyvelerimizi dalımızdan
Bozuldu bağlarımız, eskidi çağlarımız
Yine de diriyiz, iriyiz inadına
‘Bin kere mazlum olsanız da
bir kere zalim olmayın yârenler…’
Baharımızı aşırdılar mevsimlerden
Aya pusu kurdular yıldızlı gecelerde
İmgelerimizi çaldılar hasret şiirlerinden
Varsın köşe başlarını tutsun haramiler
Yine de ‘dövene elsiz, sövene dilsiz ol ey gönül!...’
Sunaklarda sel oldu gözyaşlarımız
Yürek ırmaklarından akan berrak sulara süzüldü kan
Dinamitlendi müstahkem kalelerimiz
Son vaha da çöllerin kumuna karıştı bozgunda
Vaveylalar abandı yüreğin kimsesizliğine
Öfkelerimiz kabarıp isyana dönüşmeden
‘Sana tokat atana, diğer yanağını uzat…’
Dedik ve yuttuk içimizdeki kahrı…
Kerpetenlerle söküldü dudaklardan en ağır sözcükler
Tazelendi yaralarımız her seherde
Özlemlerin barutuna değdi gönülde yanan ateş…
Baş eğdikçe silleler öptü ensemizden
‘Her ne ararsan kendinde ara…’
Dedik ve umudun dağlarına yasladık başımızı
İncindik hep, incitmedik Hacı Bektaş misali
Işığımızı kattık ağyarın karanlıklarına
Prangalar vurdular ayaklarımıza ve dilimize…
Sesimiz parçalandı yalçın kayalıklarda
Nasırlı ellerimizde bir tarihin resmi var
Alnımızdaki kırışıklara gömdük yalnızlığımızı
İncindik hep, tuz buz olduk, incitmedik
Ezildik çok kere, lakin ayaktayız, yenilmedik!...
2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Şahin ÖRGEL “KIR ÇİÇEKLERİ” adlı öykü ile. 2.Fehmi SAĞLIK “TACDAR DEDE” adlı öykü ile. 3.Salim NİZAM “MİNARE USTALARI” adlı öykü ile. 2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Mustafa ERMİŞ “UZAKLIĞIN BELGESİ” adlı şiir ile. 2.Dr. Salim ÇELEBİ “DALINDA SEV GÜLÜ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ÇARMIHA GERİLEN DUYGULAR" adlı şiir ile. 2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “İNCİTME DOST” adlı şiir ile. 2.Ali TOPOĞLU “İNCİNSENDE İNCİTME" adlı şiir ile. 3.Ozan GÜLDİKEN “İNCİNSENDE İNCİTME” adlı şiir ile. MANSİYON: Fikret DİKMEN "İNCİTMEN DİYE" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "İNCİNSEKTE İNCİTMEYİZ" adlı şiir ile.
Hece Vezni Şiir Yarışması Birincisi
Feyzullah SEÇKİN
İNCİTME DOST
Atsa da kör başına taş,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Böyle söyler Hacı Bektaş,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Varma kemin sen iline,
Kalbindedir Hak biline.
Kov yakışmaz can diline,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Özündedir Rıza Şehri,
Kan akıtma duru nehri.
Baldan eyle acı zehri,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
İnsanlığı atma koldan,
Mihriban ol çıkma yoldan.
Al hisseni gönlü boldan,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Haram ile yeme aşı,
Cahil bakar cana şaşı.
Yüce durur kâmil başı,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Bir canandır canın emi,
Serçeşmeden gelir demi.
Hoşgörüdür dostluk cemi,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Zahit şaşar yolu arar,
Mürşit verir doğru karar.
Kin gütmede yoktur yarar,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Kâmillerin gönlü aktır,
Cahillere yol ıraktır.
İhvanlığın yolu haktır,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Ne dilersen Hak’tan dile,
O dilerse verir sile.
Çektiğinde haksız çile,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Söz anlamaz sakın kerden,
Cana zarar gelir şerden.
Yüz çevirme sen bir erden,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Kabahati sende ara,
Başkasına çalma kara.
Yanlış işler açar yara,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Gök babaysa yer anadır,
Dostluk demi can canadır.
Canlar cemi yan yanadır,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Ey! Erenler nazar eyle,
Gör güzeli yazar eyle.
Hep sevgiyi pazar eyle,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Tatlıları etme ağı,
Düşmanlığın bitsin çağı.
Güller açsın dostluk bağı,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Yolu bil de öyle yarış,
Yolun sonu O’na varış.
Can incinir yoksa barış,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Pul eyleme gül adını,
Güzelliğin al tadını.
Senden farksız bil kadını,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Karıştırma zehri kana,
Sevgi hayat verir cana.
Tüm insanlar kardeş sana,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Bilmeyenden âlim olmaz,
Bilgisiz baş salim olmaz.
Er olandan zalim olmaz,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Canlara bu sözler arzdır,
Tatlı dil ki güzel tarzdır.
İnsan sevmek kesin farzdır,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
Karaşıh’tır gül âlemi,
Hünkâr yaktı meşalemi.
Sevgi yazar dost kalemi,
‘İncinsen De İncitme’ dost!
2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Şahin ÖRGEL “KIR ÇİÇEKLERİ” adlı öykü ile. 2.Fehmi SAĞLIK “TACDAR DEDE” adlı öykü ile. 3.Salim NİZAM “MİNARE USTALARI” adlı öykü ile. 2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Mustafa ERMİŞ “UZAKLIĞIN BELGESİ” adlı şiir ile. 2.Dr. Salim ÇELEBİ “DALINDA SEV GÜLÜ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ÇARMIHA GERİLEN DUYGULAR" adlı şiir ile. 2009 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “İNCİTME DOST” adlı şiir ile. 2.Ali TOPOĞLU “İNCİNSENDE İNCİTME" adlı şiir ile. 3.Ozan GÜLDİKEN “İNCİNSENDE İNCİTME” adlı şiir ile. MANSİYON: Fikret DİKMEN "İNCİTMEN DİYE" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "İNCİNSEKTE İNCİTMEYİZ" adlı şiir ile.
Kısa Öykü Yarışması Mansiyon
Ahmet GÖKÇE
İNCİNSEKTE İNCİTMEYİZ
Hacı Bektaş Gibi Rehberimiz Var
İncitsekte, İncitmeyi Sevmeyiz
Kabemiz İnsandır, Sevgimiz Öz Yar
İncinsekte İncitmeyi Sevmeyiz
Aslanı Yılanı Akrebi Dize
Sevgi Getiriyor Yine Yüz Yüze
En Yüce Uludan Nasihat Bize
İncinsekte, İncitmeyi Sevmeyiz
Gönlümüz Meyletmez Kibire , Kine
Gözümüz Bir Bakar , Bütün Her Yöne
Barıştan Yanayız , Binlerce Sene
İncinsekte , İncitmeyi Sevmeyiz
Hösgörümüz Değişmeyen Töremiz
Çoğalttıkça Güzelleşir Küremiz
Dostluktan Ayrılmaz , Akıl Serimiz
İncinsekte , İncitmeyi Sevmeyiz
Tanrı Yaratır Mı İnsanı Zalim
Hak Mı Candan Canaedilsin Zulüm
Ne Akıl Emreder Ne Kanun , Bilim
İncinsekte İncitmeyi Sevmeyiz
Diken Barınır Mı Sev Diyen Dilde
Özünde Mevcutsa , Arama Elde
Kırgınlık Olur Mu Bülbülde , Gülde
İncinsekte , İncitmeyi Sevmeyiz
GÖKÇE’yi Gerçeğe Götüren Bu İz
Ele , Dile , Bele Sahip İlkemiz
İnancımız Böyle , Yolumuz Temiz
İncinsekte , İncitmeyi Sevmeyiz
|
|
|
|
|
|