Kaynak: Devlet
Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
|
|
|
2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Fehmi SAĞLIK “BÜYÜK PİR'İN AYNASI” adlı öykü ile. 2.Asiye Aslı ASLANER “TERTEMİZ BİR BAHAR” adlı öykü ile. 3.Nihat MALKOÇ “GÜL KOKULU NEFESLER” adlı öykü ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Dr. Salim ÇELEBİ “SEVGİ SÖKECEK HER ŞAFAK” adlı şiir ile. 2.Mustafa ERMİŞ “İBADETİN BİNEĞİ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ARİFİN GÜNCESİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Hatice UMUT “ARİFLER BULUR YARADANI” adlı şiir ile. MANSİYON: Fehmi SAĞLIK “ÖZÜ TÜRKÇE SÖZÜ TÜRKÇE” adlı şiir ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “ARİF” adlı şiir ile. 2.Ozan SİNEMİ “YOLU NE GÜZEL" adlı şiir ile. 3.Mehmet Zeki ATEŞ “KAİNAT SIRRINA ERENDİR ARİF” adlı şiir ile. MANSİYON: Dr. Nedim UÇAR "DUYGU DERYASI" adlı şiir ile. MANSİYON: Yüksel KILIÇ "ARİFİN TARİFİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "ARI OLDUK HACI BEKTAŞ YOLUNDA" adlı şiir ile.
Kısa Öykü Yarışması Birincisi
Fehmi SAĞLIK
BÜYÜK PİR'İN AYNASI
Dersleri “edebiyat”tı o gün.
Öğretmenleri tahtaya üç “özdeyiş” yazdı:
“Acı, akıllı insanın hocasıdır.” (L. Byron)
“İsterseniz yanlış düşünün ama düşündüğünüz, kendi düşünceniz olsun.” (Lessing)
“Arifler hem arıdır, hem arıtıcı.” ( Hacı Bektaş Veli)
Tahtada işi biten öğretmen, sınıfa döndü:
“Size üç ulustan üç büyük adamın özdeyişlerini veriyorum: İngiliz şairi L. Byron, Alman oyun yazarı ve eleştirmeni Lessing, büyük Türk düşünürü Hacı Bektaş Veli. Siz bunlardan istediğinizi seçip öyküleştireceksiniz. Konu sınırlaması yoktur. Kompozisyon dönem notunuzu bununla alacaksınız.”
Figen, eve döndüğünde her günkü gibi o gün de öğretmenlikten emekli dedesinin boynuna sarılıp bu ak saçlı adamın her iki yanağını şapır şupur öptü.
Dedesi konuştu ilkin:
“Hadi geçmiş olsun. Birinci dönemin sonu bugün. Şu on beş gün içinde rahat edip dinlenirsin biraz.”
“Ne gezer dedeciğim” dedi Figen; çantasından çıkardığı karalama defterini dedesine uzattı.
Dedesi, gözlüğünü çıkarmaya çalışırken o, konuştu:
“Üç güzel özdeyiş. Birini öyküleme biçiminde yazacağız. Benim gönlümden sondaki geçiyor.”
Dedesi, torununu çekip göğsüne bastırdı.
“Seçimini doğru yapmışsın. Bu özdeyiş, büyük düşünürün onlarca güzel sözleri arasından alınmış sadece biridir. İçimden ne geçiyor biliyor musun? Keşke sağlığım el verse de, ikinci dönem okuluna gelip şu edebiyat öğretmenini bir kutlasam diyorum.”
“Öğretmenimiz “edebiyat”a “yazın” diyor dede.”
“Benim onu kutlamak isteyişimin bir nedeni de bu işte. Büyük düşünürün yaşam öyküsüne baksan görürsün ki 63 yıllık kısa bir ömre insanlıkla ilgili hiç unutulmayan, değerinden kayıp vermeyen, güncelliğini koruyan ölümsüz bir öğreti sığdırmıştır. Bu öğretinin içinde bir bölüm var ki insan şaşmadan edemiyor. Düşünebiliyor musun 12. ya da 13. yüzyıllarda Hacı Bektaş, “arı” sözcüğünü kullanıyor. ‘Bulanmamış, temiz, duru’ anlamına gelen ve ‘öz Türkçe’ olan bu sözcüğü, günümüzde acaba kaç kişi kullanıyor?”
“Dedeciğim, arı aynı zamanda bal yapmıyor mu?”
“Doğru. Bu tür düşündüğümüzde de, bir üretkenlik, bir çalışkanlık kavramı karşımıza çıkar. Aynı zamanda edebî bir sanat da var burada. Dedim ya, öğretmeninizin bir bildiği var. Zamanın çok. Kaynakları şöyle bir karıştır. Arıyı örnek al. O, tek çiçekten değil, birçok çiçeği dolaşarak büyük bir emek sonucu balını oluşturuyor. Sen de benim söylediklerimden, yazılı kaynaklardan, öğretmeninin anlatımından yararlanarak güzel bir harman oluştur. Sana inanıyorum.”
Figen, dedesinin boynuna bir daha sarıldı.
“Beni yeterince aydınlattın dedeciğim. Umarım düş kırıklığına uğratmam seni.”
Tam bu zaman mutfaktan gelen bir ses, onu dedesinden ayırdı:
“Yemeğin soğudu kızım!”
Annesinin sesiydi bu…
Figen tam üç gün kitapları, dergileri, dedesinin biriktirdiği gazete kesiklerini karıştırdı; uzun uzun notlar aldı; dedesinin anlattıklarını notlarına ekledi; bütün bunları dedesinin dediği gibi bir güzel harmanladı; işinin üstesinden gelmişlerin rahatlığı içinde o gece yatağına bir hoş girdi. Yazacağı öykünün iskeletini belleğinde çatmıştı artık; geriye onu giydirmek kalıyordu. Ama yine de öyle hemen uyuyamadı. Dışarıda güçlü bir yağmur yağıyordu. Yağmurun cama vuruşu, uykudan daha tatlı geliyordu ona. Sağına döndü; soluna döndü; gözlerine uyku girmedi bir türlü. Düşündü: Kendisinin arkadaşlarından ayrı bir yanı vardı. Yazdıklarını sadece öğretmeni değerlendirmiş olmayacaktı. Dedesi de emekli bir “yazın öğretmeni”ydi. Yazdıkları önce dedesinin süzgecinden geçecekti…
Yatağından çıktı. Gece lambasının neden olduğu loşlukta, gölgesi penceredeki perdenin üstüne düştü. Gölge kocamandı. Perdenin ucunu tutup yavaşça kaldırdı. Yağmur yavaşlamıştı. Cama düşen damlalar aşağı doğru süzülüp kayboluyordu. Yatağına geri döndü; sırtüstü uzandı bu kez. Gözlerini tavana dikti. Yazacağı öyküye ad aramaya başladı. Epey zorlandı. Sol göğsünün altında bir el gezinir gibi oldu. Yatak ona dipsiz bir kuyu gibi geldi. Öykünün adını bulsa rahatlayacaktı. Bu arada bir yığın öykü adı kurguladı içinden. Birinin üstünde durdu: “Ulu Pir’in Aynası”. “En iyisi bu; ayna, görüneni olduğu gibi yansıtır” dedi kendi kendine. Kararını verdi, rahatladı. Gözleri kapandı; derin bir uykuya daldı…
O sabah, geç uyandı. Kalkar kalkmaz aynanın önüne geçti hemen. Dağılmış saçlarını eliyle düzeltmeye çalıştı. Başını bir sağa, bir sola çevirdi. İki kolunu iki yana açıp gerindi. Dilinin ucuna Orhan Veli’nin o ünlü dizesi geldi: “Gerin bedenim gerin ele güne karşı…” O, ne yaptıysa aynadaki görüntü de onu yaptı. Bir yandan giyindi; bir yandan konuştu: “Kitaplar, dergiler de birer ayna. TV’ler, internet de öyle. İnsanoğlunun ürünü tümü. Bunlar da acıları, sevinçleri; duyguları, düşünceleri görüntüler bize. Dedem de kerpiç kalınlığında bir kitap gibi; bir büyük ayna gibi.” Dedesi için annesinin söylediği o söz geldi aklına hemen: “Okumasını bilseniz, dedeniz ayaklı bir kütüphanedir.” Kardeşleri arasında dedesinin kapısını en çok çalan oydu. O güne dek bu aynadan çok yararlanmıştı. Şiiri, öyküyü, romanı dedesi sevdirmişti ona; ona düşünmeyi öğretmişti. Uzun süredir dedesinden edindiği birikimin üstüne son üç günde kitaplardan aldıklarını da ekleyip işe koyuldu. Bu alanda elde ettiği ürün, kocaman bir harman oldu. Bu harmanı savurabilirdi artık. Öğretmeninin verdiği dönem ödevini şimdi rahat yazabilirdi. Topladığı belgeleri, aldığı notları düzenlerken bir yandan da düşündü: “Benim odamdaki ayna, o ünlü düşünür Hacı Bektaş’ı yansıtmaya yetmez. Kerpiç kalınlığında bir kitaba benzeyen dedem de, Hacı Bektaş okyanusuna kavuşmak için çırpınan küçücük bir akarsu diye tanımlanabilir ancak. Hacı Bektaş’ın şavkı, bir “dünya aynası” olarak tüm insanlığı aydınlatmaktadır. Mücevheri en iyi tanımlayan nasıl ki ‘sarraf’sa, insanı da en iyi tanıyan ve tanımlayan Hacı Bektaş’tır. O, iyiyi kötüden, arifi cahilden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırmasını bilenlerin bir öncüsüdür. İmece, paylaşım, dayanışma, eşitlik ondan birer armağandır insanlığa. Güzel huyun, hoşgörünün, erdemin anahtarı onun eliyle dönmüş insanlık kapısının kilidinde. O, ölümsüz bir öğretinin sahibidir. Bu öğretinin merkezinde “insan” vardır. Onun öğretisinde din anlayışı ‘sevgi’ye dayanır. Tanrı’ya ulaşabilmek için sadece ‘ibadet’ yetmez. Sevgi, her şeyden önde gelir. Canlıların tümünü, hatta cansızları bile sevmek, ibadet kadar önemlidir. Yine bu öğretinin temelinde insanın Tanrı’ya yaklaşması, ‘korku’yla değil, sevgiyle olur ancak. Ulu Pir’in eli yoksula uzanmıştır daima; yeri, yoksulun/ güçsüzün yanı olmuştur. Oncasına
hoşgörüden, incelikten, sevgiden yana olan; bilime, aydınlığa inanan bu büyük düşünür, yeri geldiğinde bir ‘başkaldırı öncüsü’ de olmuştur. Bu başkaldırı haksızlığa, eşitsizliğe, zulme karşıdır hep…”
Bu düşündüklerine şunları da kattı Figen:
“Arif, anlayışlı/sezgili kimse demektir. ‘Arı’ denince, bal yapan o çalışkan varlık aklımıza geldiği gibi; sözcüğün duru, temiz, sade anlamına geldiğini de kavrarız hemen. Anlıyoruz ki Ulu Pir, arif olanı iyi tanıyor. Anlayışın, sezginin değerini en iyi o biliyor. İnsanların yaşamında ariflerin yerinin ‘başköşe’ olduğunu buyuruyor. Ariflerin hem üretken, hem de temiz olduğunu vurguluyor. Ariflere yaklaşan, onları dinleyen, onlarla oturup kalkan kişilerin de yanlışlardan, kötülüklerden, dedikodudan sıyrılıp kurtulabileceklerini ileri sürüyor. İnsanlık için ne güzel bir iletidir bu…”
Annesinin sesi, yine mutfağa çağırdı onu:
“Deden de geldi kızım; kahvaltı hazır.”
Sofraya oturduklarında dedesi sordu:
“Sanırım epey yoruldun?”
“Yorulmama değdi dede.”
“Nasıl, iskeleti çatabildin mi?”
“Hacı Bektaş’ı artık senin gibi tanıyorum. Öğretmenimize ne denli teşekkür etsem azdır yine de. Önemli olan iskelettir dedeciğim; onu sağlam çattıktan sonra giydirmekte ne var?”
Son sözü dedesi söyledi:
“Ulu Pir’in öğretisi, bir ‘insanlık yasası’dır. Ah, bir uygulanabilseydi bu yasa, ne insan insanı yakardı böyle; ne de oluk oluk kan akardı buncasına…”
2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Fehmi SAĞLIK “BÜYÜK PİR'İN AYNASI” adlı öykü ile. 2.Asiye Aslı ASLANER “TERTEMİZ BİR BAHAR” adlı öykü ile. 3.Nihat MALKOÇ “GÜL KOKULU NEFESLER” adlı öykü ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Dr. Salim ÇELEBİ “SEVGİ SÖKECEK HER ŞAFAK” adlı şiir ile. 2.Mustafa ERMİŞ “İBADETİN BİNEĞİ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ARİFİN GÜNCESİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Hatice UMUT “ARİFLER BULUR YARADANI” adlı şiir ile. MANSİYON: Fehmi SAĞLIK “ÖZÜ TÜRKÇE SÖZÜ TÜRKÇE” adlı şiir ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “ARİF” adlı şiir ile. 2.Ozan SİNEMİ “YOLU NE GÜZEL" adlı şiir ile. 3.Mehmet Zeki ATEŞ “KAİNAT SIRRINA ERENDİR ARİF” adlı şiir ile. MANSİYON: Dr. Nedim UÇAR "DUYGU DERYASI" adlı şiir ile. MANSİYON: Yüksel KILIÇ "ARİFİN TARİFİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "ARI OLDUK HACI BEKTAŞ YOLUNDA" adlı şiir ile.
Kısa Öykü Yarışması İkincisi
Asiye Aslı ASLANER
TERTEMİZ BİR BAHAR
Gözümü tamirhanenin kapısındaki tasması çivili, kocaman kangal köpeğinden ayıramıyordum bir türlü. O da bana bakıyor sanki. Köpekler korkunun kokusunu alır derler. Bende kafamdan başka şeyler geçirmeye çalışıyorum. Kazayı düşünüyorum hemen. Islak yolda virajı alamayıp bariyerlere çarpmıştım arabayı, başımı da kapıya. Kazayı düşünmek bir an köpeğe karşı olan korkumu azalttı. Korkum işyerinin arabasını vurduğum için ‘kovulma korkusu’ olarak değişir gibi oldu. Ancak hayvan üzerimdeki hakimiyetini hatırlatmak ister gibi gerinip silkindi. Zincirini şıkırdatarak kendi etrafında şöyle bir döndü ve tekrar bana doğru bakarak oturdu. Korkusu da tekrar gelip benim yüreğime oturdu.
“ Ben buradayken bir şey yapmaz merak etmeyin. Gece salınca tehlikelidir. Sizin gibi bayan müşteriler korkuyor ama olmuyor köpeksiz burada geceleri.”
Tamirhanenin sahibi Cevat Usta’nın sesiydi. Dönüp, çok da fazla olmamak üzere gülümsedim. “Yakalandım.” demekti bu. Ancak usta bana bakmıyor, arabanın vuruk yerleriyle ilgileniyordu. O an bana bakanın Hasan Bey olduğunu fark ettim. Gülümsediğime pişman oldum. Kızmış mıdır acaba? “Vurduğu arabayla ilgileneceği yere köpeğe bakıyor. Kovayım gitsin bu bana durmadan zarar açanı… ”diye düşünmüş müdür acaba?
Hasan Bey benim işverenim. Onu kızdırmamam gerek. Çünkü bu işi zor buldum. Kredi kartı borçlarım dağ gibi birikmişti. Alininkini Veliye; Velininkini Aliye vere vere bir yıl idare ettim ama ödenmez hale geldiğinde başka bir bankadan yüklüce ve uzun vadeli bir kredi çekip hepsini kapattım. Borcumu mutlaka ödemeliyim. Ailem beni “bu kaçıncı!” diyerek reddeder. Yıllarca iş beğenmeyerek boş gezdim ya da en fazla bir iki ay çalıştım girdiğim işlerde. Bankanın ilk taksiti gelmeden bir iş bulmalıyım derken arkadaşım Ayten Hasan Beyin restoranında muhasebeye yardımcı birini aradıklarını söyledi. Maaş tam benim kredim kadardı. Evime de yakındı, yol parası derdi de yoktu.
Hemen ertesi gün görüşmeye gittim Hasan Beyin restoranına. “İş deneyimin var mı?” diye sordu “evet “ dedim. “ Maaş senin için yeterli mi?” dedi; “yeterli” dedim. “Uzun vadeli çalışacak birini arıyoruz.” dedi; “ben de uzun vadeli bir iş arıyorum zaten.” dedim. Hasan Bey beni işe alsın diye kendimi de inandırmaya çalışarak – kendimi inandırmasam Hasan Bey yalan olduğunu anlayabilir- bazı yalanlar da söyledim ki bu gün dahi vicdan azabı çekiyorum aklıma gelince. Ancak yalanlarım etkili oldu ki ertesi gün işe başladım.
Cevat Usta arabayı iyice gözden geçirinceye kadar kafamdan bunlar geçiyordu. Köpeği tamamen unutmuştum. Usta Hasan Beyin yanına gitti. “Hasan Abi nereden buluyorsun bu elemanları. Kız gibi arabayı mahvetmiş” dediğinde ancak kaldıra bildim düşüncelerle tek noktaya bakan gözlerimi. Kız gibi dediği araba 1987 model bir Renault’tu. Vitesini değiştirebilmek için defalarca deneme yapmam, dışarı çıkabilmek içinse camı açıp dışardan kolu çekmem gerekiyordu.
Hasan Beyi ilk gördüğüm günden beri Hulusi Kentmen’in canlandırdığı karakterlere benzetirim. Babacan mizaçlıdır. Altmışını geçkindir ancak hala çevik ve hareketleri hızlıdır. Konuşması da hızlıdır, buna rağmen kolay anlaşılır. Bu davranışının işleri yetiştirme telaşının getirdiği bir alışkanlık olduğunu düşünürüm. Ustaya da hızlı hızlı konuşarak cevap verdi; “ Olsun olsun ‘elemanımın’ canı sağ olsunda sen fiyatı şişirebilmek için mahvolmuş filan deme şimdi.”
Pazarlık başlamıştı.
“Bak şimdi ya!” dedi Cevat Usta gülerek.” Göz var nizam var abicim. Bak, ne
kadar çok işi var.”
Hasan Bey pazarlık bitmiş gibi aniden konuyu değiştirdi.
“Sen kaç zamandır restorana gelmiyorsun. Neden?”
Usta konunun ani değişikliğinden dolayı bir an bocaladı. Bir iki kekeledi.
“Ben bıraktım içkiyi. Epeydir içmiyorum.”
Hasan Bey gerçekten kızıyormuş gibi: “Yahu sana gel, illa içki iç diyen var mı?
Bizim oradaki zahter kimde var? Hele içli köftem; yemin ediyorum Çankaya’dan gelen var.”
Doğru söylüyordu.
“Sonra yeni bir fasıl grubuyla anlaştım altı aydır. Haftada üç gün çıkıyorlar, böyle kalabalık oluyor dükkan.”
Böyle derken birleştirdiği iki elinin ortasından her zaman dışarı çıkarken askısından bileğine takarak kolunun altına aldığı döküntü küçük çantası sallanıyordu.
Genellikle oto tamircilerinde bulunan özel üretim (motor ustalarının uydurduğu bir düzenek yani) mazotlu sobanın etrafında, olamazsa olmaz çaylar içildikten sonra Ustayla vedalaşıp kalktık. Pazarlık Hasan Beyin istediği inanılmaz düşük fiyatla son bulmuştu. Daha doğrusu tam bir pazarlık bile olmadı. Hasan Bey “Hadi hadileri, yaparsın yaparsınları, olur olurları” ile dediğini yaptırdı.
Dönüşte zorluk çekmeyelim diye peş peşe iki araba gelmiştik. Diğeri tamirhanede bıraktığımız için aynı arabaya bindik. Bana kızıp kızmadığını anlamak için pek konuşmuyordum ama o tamamen başka şeylerden söz ediyordu. Cevat Usta ile nasıl tanıştığını, ustanın içki yüzünden nasıl battığını, şimdi toparlandığını…
Yağmur başlamıştı biz tamirhaneden ayrılırken. Şimdi artırmıştı şiddetini. Sanayinin kirli çatılarını temizlemek ister gibi bir gayretle yağıyordu sanki. Arabanın camına düşen her yağmur damlası sanki bana gülümsüyordu.
Nasıl bir insan bu Hasan Bey? Nasıl bu kadar babacan, temiz ve arıydı. Artık eminim ki beni kovmayı bırak bir yana arabanın tamir parasını bile almayacaktı benden. Oysaki kaza yaptıktan sonra telaşla oradan ayrıldığım için sigorta parasını da yakan bendim. “Arabaya birilerinin çarpıp kaçtığı süsü verilsin” önerilerine de hiç sıcak bakmadı.
“Yalanla kazanılan üç kuruşun kimseye faydası olmaz.” demişti.
En sıkışık zamanında bile önce vergisini vermeye çalışıyor. Bulaşıkçısının dahi sigortasını yatırıyor, Alevi olduğu için kulağı duya duya arkasından konuşanlara sadece gülümsüyor, artan yemekleri sokaktaki hayvanlara saklıyor, hata yapanı dışarı atmak yerine kazanmaya çalışıyordu.
Yine işe ilk girdiğim günlere daldım.
“ Ancak bir şey var.”demişti Ayten. “Hasan Beyler Aleviler ve Solcular”. O an ağzımda metalimsi bir tat oluştu. Zira ailem ( daha doğrusu annem ve babam) pek hazzetmezlerdi Alevilerden. Müslüman olarak bakmazlardı. Bana söyleyen arkadaşım Ayten ve benim için sorun yoktu. Ama babam duyarsa tepki gösterebilirdi. Bunu bildiği için uyarmıştı Ayten beni. Daha sonra ailemdeki aynı ön yargıları restoranda çalışan başka kişilerde de gördüğümü düşünüyordum ki Hasan Bey arabayı aniden durdurdu.
Sağıma soluma bakıyorum. Sanayiden çıkmışız. Yağmur azalmış bir hayli. Restorana mal almaya geldiğimiz toptancıya yakınız. Gimat diyorlar buraya. İnanılmaz bir kalabalık vardır her zaman. Hınca hınç insan ve araba doludur. Ama biz diğer yollara göre tenha sayılan bir yoldayız. Sık geliyorum buraya, biliyorum yani bu yolu. Ama şimdi neden durduk?
Hasan Bey el frenini çekip aşağı indi. Dikiz aynasından izliyorum. Aşağıya doğru yürüyor hızlı adımlarla. Anlıyorum neden durduğunu o an. Kaldırımda on, on bir yaşlarında bir çocuk var. Önündeki tahta ayaklı sehpada bir iki halka tatlı var ancak diğerleri tamamen yerlerde; dökülmüş, ezilmiş. Hasan Bey çocuğa bir şeyler söyledi, çocukta ona parmağıyla ezilen tatlıları göstererek karşılık verdi. Arada bir gözlerini siliyordu. Bir süre konuştular.
Çocuk tablasında kalan bir iki tatlıyı da kaldırımın toprak kısmına attı ve arabaya doğru Hasan Beyi takip etti. Çocuk arabanın arka koltuğuna makam aracına binen bir bakan gibi oturdu. Sadece ‘ Merhaba.’ dedim. O da ‘ Sağ ol abla.’diye karşılık verdi. Hasan Bey de yerine oturdu ve restorana doğru gitmeye başladık. Çocukla sohbet etmeye çalışıyordu; nereliydi, okuyor muydu, nerde oturuyordu? Çocuk kendince yanıtlar veriyordu; okumuyor ev geçindiriyordu, babası yoktu.
Biraz sonra restorana geldik. Üşümüştük, hemen içeri girdik. Hasan Beyle çocuk bol çiçekli bir cam kenarına oturdular. En güzel çeşit yemekler geldi; saç kavurma, içli köfte, Ankara pilavı, salata, zahter, tabiî ki çorba. Kasanın başına geçip o günkü hesaplarımı yapmaya başladım. Arada bir gözüm onlara takılıyordu. Çok neşeli bir sohbete dalmışlardı. Çocuk arada bir içten gelen kaba bir kahkaha atıyordu. Hasan Beyin çocuğu güldürmek için hiç de zorlanmadığını biliyordum.
Uzun uzun yediler yemeklerini. Kaymaklı kabak tatlısı gelince Hasan Bey kalktı. Yanıma geldi, çocuğun duyabileceği yüksek bir sesle, “Kızım bu delikanlı büyüyene kadar benim oğlumdur artık. Ne zaman isterse gelebilir. Arkadaşlara da söyle.”diyerek kasanın arka tarafındaki küçük bürosuna geçti. Çocuk biraz daha durdu. Çiçeklere bakındı. Bana ‘Hoşça kal abla.’dedi ve kürdanla dişlerini karıştırarak gitti. Giderken arkasından baktım. Mutlu görünüyordu. Biraz sonra büronun kapısını tıklatarak içeri girdim. Hasan Bey gözlüklerini takmış kitap okuyordu. Çekinerek, “Hasan Bey, ben o oğlanı birkaç defa daha görmüştüm orada.Hep aynı numarayı yapıyor. Tatlılarını döküp oturup ağlıyor. İnsanlarda üzülüp avuç dolusu para veriyorlar. Hani hep gelsin dediniz ya. Onun için söylüyorum.” dedim.
Kendimce onu uyarmak istemiştim. Çocuk sahtekardı. Her gün dadanabilirdi buraya. Daha kötüsünü bile yapabilirdi. Pişman olup, ‘Bak haylaza, bir daha alma o zaman’ diyeceğinden emindim. Hasan Beyse kafasını kitaptan kaldırmadan cevap verdi:
“Biliyorum.”
Birkaç saniye sessizlik oldu. Biliyordu da neydi o babacan tavırlar. Yedirmeler, içirmeler. Onu da geçtim yıllarca bedava yemek. Kendimi toparlayıp ‘Ama!’diyecektim ki Hasan Bey,
“ Bir daha yapmaz o sahtekarlığı merak etme. Ben usulüyle anlattım.”
Daha fazla bir şey söylemedim, dışarı çıktım. Yağmurdan sonra yumuşacık olmuş havayı içime çektim. Koskocaman gökkuşağı tam önümde parlıyordu. Sanki dünya tozpembe göründü gözüme birden. Aytenin bana bu işyerini önerirken ki uyarıları geçti kafamdan yeniden.
“Hasan Beyler Aleviler. Annenler kızmasın burada çalışmana. Ona göre kabul et işi.”
Hiçbir kötülüklerini görmesem de yıllardır yanımda konuşulanların beni etkilediğin fark ettim. O zaman bunun muhasebesini yapacak durumda değildim. Ailemden sakladım çalıştığım yerin Alevilere ait olduğunu. Hala bilmiyorlar.
Şef garsonun sesi ile kendime geldim.
“Asiye! Hesap kesilecek.”
Sıradan pek çok olay gibi bu yaşananları da unutabilirdim. Ancak hayatın bana öğretecekleri vardı. Mal almaya Gimat’a gitmiştim o gün. ‘Mal’ da peçete, havlu kağıdı, çöp poşeti… restoranda devamlı biten şeyler. Eski kartalın arkasını tamamen doldurmuş dönüyordum ki o çocuğu gördüm. Kalabalık kaldırımda, yine tatlı tezgahı önünde ancak bu sefer tatlıları yerli yerinde sağa sola bakıyordu. Arabayı park edip çocuğun yanına gittim. Beni hemen tanıdı, gülümsedi. Hal hatır sorduk. Tatlısından alayım dedim, parasını almadı, ikram etti.
Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle döndüm restorana. Hasan Bey yoktu. Alışverişin faturalarını gelince kontrol etsin diye masasına koymam gerekiyordu. Kağıtlar uçmasın diye ağır bir şeyler aradım. O an dikkatimi çekti daha önce bakmadığım mermer plaka. Alıp faturaların üzerine koyduğum an üzerindeki yazıları gördüm. Her cümle uzunluğuna göre sıralanmıştı:
Ara,bul.
İncinsen de incitme.
Eline, diline, beline sahip ol.
Her ne ararsan kendinde ara.
Arifler hem arıdır, hem arıtıcı.
Son cümleden sonrasını okuyamadım. Boğazım düğümlendi. Mermer plaka elimde hayatın bana ne öğretmeye çalıştığını düşünmeye başladım. O an Hasan Bey girdi içeri kolunun altında çantası ve her gün aldığı gazetesi ile.
“Nasılsın Asiye?” diye neşe ile gürledi.
Çayını getirdim, gazetesini okumaya başladı. Karşısına oturdum sessizce ve izin almadan. Bana baktı.
“ Bir şey mi var kızım?”
Gerçekten merak ederek soruyordu.
“Hasan Bey, ben işe girerken size söylediğim bazı şeyler doğru değildi. Benim buradan önce uzun süren bir çalışma hayatım olmamıştı.”
Nasılda çıkmıştı bu laflar ağzımdan aniden hapşırır gibi. Resmen içimden gelivermişti. Kalbim öyle hızlı atmaya başladı ki daha bu kısacık cümlem bittiğinde pişmanlığım başlamıştı.
Hasan Bey hafifçe gülümseyerek ve gözlerini gazetesine çevirerek cevap verdi:
“Biliyorum.”
Burada öğrendiğim başka bir şey de gerektiği yerde susmaktı. Sessizce dışarı çıktım. Yeni gelen baharın mis kokan havasını içime çektim. Kendimi daha rahat, hafif ve arı hissediyordum.
Not: Yaşanmış bir olaydan kurgulanmıştır.
2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Fehmi SAĞLIK “BÜYÜK PİR'İN AYNASI” adlı öykü ile. 2.Asiye Aslı ASLANER “TERTEMİZ BİR BAHAR” adlı öykü ile. 3.Nihat MALKOÇ “GÜL KOKULU NEFESLER” adlı öykü ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Dr. Salim ÇELEBİ “SEVGİ SÖKECEK HER ŞAFAK” adlı şiir ile. 2.Mustafa ERMİŞ “İBADETİN BİNEĞİ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ARİFİN GÜNCESİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Hatice UMUT “ARİFLER BULUR YARADANI” adlı şiir ile. MANSİYON: Fehmi SAĞLIK “ÖZÜ TÜRKÇE SÖZÜ TÜRKÇE” adlı şiir ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “ARİF” adlı şiir ile. 2.Ozan SİNEMİ “YOLU NE GÜZEL" adlı şiir ile. 3.Mehmet Zeki ATEŞ “KAİNAT SIRRINA ERENDİR ARİF” adlı şiir ile. MANSİYON: Dr. Nedim UÇAR "DUYGU DERYASI" adlı şiir ile. MANSİYON: Yüksel KILIÇ "ARİFİN TARİFİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "ARI OLDUK HACI BEKTAŞ YOLUNDA" adlı şiir ile.
Kısa Öykü Yarışması Üçüncüsü
Nihat MALKOÇ
GÜL KOKULU NEFESLER
“Hararet nardadır, sac’da değildir,/Keramet baştadır tac’da değildir
Her ne arar isen, kendinde ara,/Kudüs’te Mekke’de hac’da değildir.
Sakin ol kimsenin gönlünü yıkma,/Gerçek erenlerin izinden çıkma.
Eğer insan isen ölmezsin korkma/Âşığı kurt yemez uc’da değildir”
(Hacı Bektaş Veli)
Sonbaharın hüznü, geniş balkonun önünde heybetle duran manolya ağacına saklanmıştı. Hemen yanda uzayan gülibrişim ağacının karşılıklı dizilmiş tüysü yaprakları hazanla hiç de barışık bir görüntü çizmiyordu. Gülibrişim ağacının temmuz ayında açan pembe erdişi çiçekleri parlaklığını çoktan kaybetmişti. Öte yandan sonbahar rüzgârları manolya ağacının diri yapraklarını zorluyor, beraberinde götürmek için olağanüstü bir çaba gösteriyordu. Hüznün gölgesinde bakışan narin ağaçlar yeni bir mevsimi işaret ediyordu. Şiddetli esen rüzgârın yağmur getireceğini tahmin etmek hiç de zor değildi. Yağmur suları pencerenin kalın camlarından süzülürken ateş içerisindeki başını pencereye dayamış, derin düşüncelere dalmıştı. Düşünüyor, sanki yarılanan ömrünün muhasebesini yapıyordu. Dün, bugün, yarın…. Hepsi de dört nala geçiyordu yorgun zihninden….
Yüzündeki endişe bakışlarına yansımıştı. İç sıkıntısı bütün hücrelerini çepeçevre kuşatmıştı. Gecelerini çekilmez yapan heyulalar akşamların gelişini itici kılıyordu. Büyüğüyle, küçüğüyle, kadınıyla, erkeğiyle, güzeliyle, çirkiniyle hayatından geçen bütün insanları düşünüyor; dostluğun bir yerlere kadar devam eden, bir noktadan sonra buharlaşan bir nesne olduğu düşüncesine kapılıyordu. Hayatındaki dostlar nasıl olmuş da bir anda buharlaşmıştı. Bu yalnızlığın muhasebesinden çıkanlar koca bir “hiç”ten ibaret değil miydi?
İçindeki karamsarlığı örtmek için hiçbir perde kâfi gelmiyordu. Yüreğinin dört bir yanında saltanat kuran endişeler ve kötü hisler, huzur adına ne varsa hepsini yüksek uçurumlardan aşağıya atıyor, yalçın kayalıklardan yuvarlıyordu. Yatağında uyuyamıyor, geçmişi gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Sıfırdan başlayan bir hayat yine sıfıra doğru mu yol alıyordu? Mademki sıfırdan başladı, sıfırda noktalanacak o zaman bunca yaşanmışlıkları neye sayacaktık? Zaman gerçekte basit bir algıdan mı ibaretti? Biz insanlar zaman boşluğunda debelenen garip yaratıklar mıydık? Bunca sualin karanlık dehlizlerini aşıp aydınlığa ve zihni duruluğa varmak için daha ne kadar fokurdayacaktı beynimiz? Bu yangın ne zaman sönecekti ruhlarda…
Ne zaman bitecekti gece yarısı düşünce nöbetleri? Dört duvar arasında sıkışıp kalan ruhun genişlemesi ve gerçek özgürlüğüne kavuşması neyle mümkündü? Bir anne babanın tek çocuğu olmanın cezası bu muydu? Otuz beş yaşına gelip de bir yuva kuramamanın sıkıntısının bu noktalara varacağını hesap edememişti Nazlı. Ne kadar da erken bırakıp gitmişti annesiyle babası onu. Keşke bir abisi, bir ablası yahut boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlayabileceği, kendisinden güç alabileceği bir kardeşi olsaydı. Yoktu işte, hiçbirisi yoktu. Yapayalnız kalmıştı bu koca dünyada. Dünya koca dünyaydı ama onun dünyası daracıktı. Kendisinin de zor sığabileceği, baharın ve yazın uğramadığı iki mevsimli bir dünyaydı bu… O bu dünyada bir başınaydı.
Üç yıldan beri koparmıyordu Saatli Maarif Takviminin yapraklarını. Zira beklediği müstesna bir an yoktu içi boşaltılmış kof hayatında. Günler öylece geçip gidiyordu bilinmeze doğru. Hayat ne çabuk kaybetmişti anlamını. Renkler ne çabuk teslim olmuştu karanın ve karanlığın saltanatına. Ufuklar kimileri için alabildiğine geniş olsa da, onun için ne kadar da daralmışlardı. Birileri mehtabın aydınlığında sevdikleriyle zamanı doyumsuzca yaşarken ve içini hazlarla doldururken; ay ışığında ağlamak onun kaderi olmuştu. Elinden düşürmediği albümlerdeki fotoğraflar çoktan solmuş, rengini ve ahengini yitirmişti. Fakat yine de albümlere bakıp şahsi tarihini bu silik suretlerden öğreniyordu. Gecenin tenhalığında fotoğrafların insafına sığınıyordu. Gözlerinden süzülen sıcak damlalar albümleri ıslatıyordu. Yine öyle bir gece sıkıntısında fotoğraflara bakarken lise yıllarında çok sevdiği edebiyat öğretmeni Behice Hanım gözüne ilişti. Anne ve babasının fotoğraflarına baka baka bunları görmez olmuştu. Ne zamandan beri okul hayatını ve öğretmenlerini düşünmemişti.
Behice Öğretmen onun hayatında anne babasından sonra en çok değer verdiği üçüncü kişiydi. Bugünkü kırık dökük satırlarla dolu şiir müsveddelerini onun derslerinde edindiği ilhamlara borçluydu. Lise yıllarında edebiyat dersinden en yüksek notları Nazlı alırdı. Bir gün bu dersten dokuz alınca üç gün boyunca okula gelmez olmuştu. Diğer dersleri de iyiydi ama edebiyata düşkünlüğü öteki derslerle kıyaslanamayacak kadar büyüktü. Gece gün demeden sürekli okurdu. Okuduğu şiirlerin, hikâye ve romanların etkisinden uzun süre kurtulamazdı. Kendisini hikâye ve roman kahramanlarının yerine koyardı. Onu en çok etkileyen eserlerin başında Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanı gelirdi. Feride’nin duygusallığıyla kendi ruh dünyasındaki benzerlikler karşısında şaşkınlığını gizleyemezdi. Feride’nin Kâmran’a duyduğu aşk ve yaşadığı acılar onun gözyaşlarını bir türlü kurutmamıştı. Kendini bu yangının ortasında kalmış bir yaralı gibi hissetmişti.
Behice Öğretmenin fotoğrafını görünce zaman adeta yirmi yıl geriye sarıldı. Bir an nefesi kesilir gibi oldu. Yirmi yıllık hatıraların üstü hâlâ küllenmemişti anlaşılan… Bugünkü zayıf bedeni ve tarumar olan duyguları geçmişin hüznünü taşımakta zorlanıyordu. O an yüzünde bir ısınma hissetti. Aynaya baktığında yüzünün kızardığını, al al olduğunu gördü, alyuvarların yüzüne hücum ettiğini hissetti. İçinde büyük bir boşluk oluşmuş, kontrol edemediği gözyaşları bu boşluğa doluşmuştu. Ruhundaki hüzün tortularını bir türlü atamıyordu. Başı, bedenine hükmetmekte zorlanıyordu. Bir zamanlar iri güller açan gönül bahçesinde yabani otlardan başka hiçbir şey bitmez olmuştu. Bu değişim ve dönüşüm hayra alâmet değildi şüphesiz. Her geçen gün toplumdan kopuyor, iyice yalnızlaşıyordu. Anne babasından kalan küçük maaş da olmasa nefes alacak gücü bulamazdı kendisinde. Namerde el açmak, olmayan insafına sığınmak yaşarken ölmekten başka nasıl izah edilebilir ki!.... Ayakta durabilmenin hazzı hiçbir şeyle değişilmezdi. O da bu yolda yürümeye kararlıydı.
Fotoğrafı titreyen elleriyle yerinden çıkardı, gözünden süzülen bir damla yaş üzerine değdi. Fotoğrafta çok sevdiği iki arkadaşı daha vardı. Bunlar Gülsüm’le Hatice’den başkası değildi. Arkadaş olarak onları bilir, onları tanır ve kardeş olarak kabul ederdi. Kardeşinin olmayışı içinde büyük bir boşluk açmıştı. Bu boşluğu bu iki sevimli dostun sevgisiyle doldurur, onların varlığıyla teselli bulurdu. Onları görünce içi içine sığmazdı. Uzaklardan koşup boyunlarına sıkıca sarılırdı. Onlar da Nazlı’yı kardeş bellemişlerdi.
Albümdeki bu solgun ve tozlu suretler onu çok eskilere götürmüştü. Zaten bugünden kaçıp, geçmişin şefkat iklimine sığınmayı adet haline getirmişti. Zira onun hayatına dair bütün güzellikler mazinin ışıltılı fanusunda saklıydı. Bugünün acılarından kaçıp geçmişin güzelliklerine sığınarak kendince hayata tutunuyordu. Öyle ki zaman zaman sinesine elini koyar, yaşadığının tek delili olarak göğüs kafesinde atan kalbini yoklardı. Kalp atışlarını hissedince ancak yaşadığından emin olurdu. O şuh kahkahalar çok gerilerde kalmıştı. Ruhundaki sönük ışık, içindeki kör karanlığı aydınlatmaya yetmiyordu. Renkleri siyahın gölgesinde kalmıştı. Siyah beyaz hayatın siyahı düşmüştü onun payına. Fiyakalı hayatlar onun duygu coğrafyasından çok uzakta bir yerdeydi. Abdestli dudaklardan alnına konan sevgi mühürleri çoktan toprağın derinliklerinde kaybolup gitmişti. Boyu Himalayalar’ı aşan gurur ve naz, yerini şefkat ve merhamet dilenciliğine bırakmıştı.
Bacalardan tüten duman onun bacasından tütmezdi çoğu zaman. Zira bir başına olduğu için soğuk kış gecelerinde bile yorganın altına girer, battaniyelere sarılır, kitapların dünyasında yeni hayatlar keşfetmenin ve başkalarının mutluluklarından haz kapmanın telaşıyla sayfalar devirirdi. Çok nadir de olsa, kitaplardan sıkıldığında pencerenin perdesini aralayarak yoldan gelip geçenleri seyrederdi. Fakat hiç kimse onun kapısını çalmaz, ziline dokunmazdı. Zil sesine hasret kalmıştı uzun yıllardan beri. Sırf bu arzusunu gerine getirmek için eve gelişlerinde, sanki evde birisi varmışçasına, kendisini kapıda bekliyormuşçasına zili çalar, sonra da yaptığının mantıksız bir şey olduğunu düşünür, kendinden utanırdı. Demek ki bu derece dosta hasret kalmıştı yalnızlıklarla örülen duvarlarda mahpus kalan yetim yüreği… Yalnız, beyhude, biçare ve umarsızlıklar içinde.
Albümden çekip çıkardığı fotoğrafı, aynanın kenarına koyarken arkadaki rakamlar gözüne ilişti. El yazısıyla yazılmış bu rakamlar bir telefon numarasından başka bir şey değildi. “Bu numarayı başın sıkıştığında ararsın” deyip yazmıştı fotoğrafın arkasına. Fakat nasıl olmuştu da bugüne kadar hatırlamamıştı hayatında çok önemli bir yer tutan öğretmeninin bu sahiplenici tavrını ve yazdığı numarayı… Oysa kendisiyle konuşacak bir dostun hasretiyle yanıp tutuşuyordu uzun senelerden beri. Demek ki hafızası da eski gücünü yitirmişti.
Hiç zaman kaybetmeden büyük bir ümitle ve heyecanla telefonun tuşlarına basmaya başlamıştı. Fakat içinde de, öğretmeninin telefonu bu kadar uzun yıllar içerisinde değiştirdiği veya başka yerlere taşındığı korkusu yok değildi. Şayet işler istediği gibi giderse öğretmeni acaba kendisini hatırlayabilecek miydi? Ya emri Hak vaki olmuşsa… Bunları düşünmek istemese de zihnindeki cadı kazanı boş durmuyordu. Korkuyla ümit arasında gidip gelirken telefonun kesik kesik ‘bip’ sesleriyle hayalleri dumura uğradı. Telefon düşmemişti. Fakat yürek kalesinde besleyip büyüttüğü umutları yine düşmüştü. Arama işini birkaç kez denedikten sonra yine de düşmeyince fotoğrafı duvardaki aynanın sağ üst köşesine yerleştirdi.
Yüzünde acının ve hüznün derin çizgileri vardı Nazlı’nın. Söyleyecek nice sözleri vardı ama hayatta kendisini anlayabilecek ve dinleyebilecek bir muhatabı yoktu. Günün son ışıkları evin içine düşerken, içindeki hüznü ve burukluğu daha da arttı. Mutfağa geçerek tek kişilik bir şeyler hazırlamaya koyuldu. Babasından kalan en kıymetli yadigâr olarak kabul ettiği radyoyu açtı. Radyoda çalan müzik ruh halini ne kadarda isabetli yansıtıyordu: “Akşam oldu hüzünlendim ben yine…” Gerçekten de akşamlar onu hüzne ve gözyaşına boğardı. Dört duvar arasında sıkışıp kalan ruhu ancak kitapların satır aralarında aradığı genişliğe kavuşurdu.
Nazlı, çorba ve salata gibi pratik yemeklerle öğün savardı. Öğün savardı diyorum, çünkü o yemeğe düşkün değildi. Mutfaktaki kap kaçak, bir kaşık, bir çatal ve bir tabak dışında hemen hemen hiç kullanılmazdı. Nazlı, akşam yemeğinden sonra perdeyi aralayıp şehrin titrek ışıklarını seyretti. Sokaklardan yavaş yavaş el ayak çekiliyordu. Sokaklardan çekilen hayat evde devam ediyordu. Anneler muhtemelen çocuklarına en güzel yemekleri yapmanın telaşı içerisinde mutfaklarda hünerlerini gösteriyorlardı. Babalar gazetelerini almış, evin başköşesinde oturmuş, dünün ve bugünün hadiselerini öğrenme gayreti içerisinde gazete sayfalarını kalın çerçeveli gözlüklerin camlarının arkasından okuyorlar. Kim bilir her evde ayrı bir telaş ve heyecan yaşanıyor akşamın geceye döndüğü bu dar vakitlerde… Oysa Nazlı’nın her günü ve her gecesi birbirine benziyor, zamanın geçtiğini acıkınca anlıyordu. Geceler onun kasvet ve yalnızlığının çoğaldığı zamanlardı. Kimsesizlik ve bir başınalık, içinde koca bir oyuk gibi duruyor, zehirli sızısını oraya boşaltıyordu.
İçindeki sıkıntıyı ancak uykuda bir kenara bırakabiliyordu Nazlı. Fakat günün ilk ışıkları bazılarına taze başlangıçlar getirirken onun kederli hayatını tekrar geri getiriyordu. Yaşananlar usanç ve yılgınlığa dönüşerek ömrün çile nöbetlerine kapı aralıyordu. Onun da herkes gibi yaşamayı düşlediği hayalleri ve umutları vardı. Her gecenin bir sabahı vardı ama sabahlar ona mutluluk getirmiyordu; aksine onu acı gerçeklerle yüzleştiriyordu. Seher, karanlıkları kovsa da; içindeki karanlık, yarınların ışığına meydan okuyordu. O, bu meydan okuyuş karşısında, elinden geldiğince iri ve diri durmaya çalışıyordu.
Geceleyin uyku tutmadığı için sabahleyin geç kalkmıştı. Aynanın karşısına geçip dağınık saçlarını düzeltirken aynanın sağ köşesine iliştirilen fotoğrafa takıldı gözleri. Eline alıp evirdi çevirdi… “Bir kez daha şansımı deneyim” diyerek telefona yaklaştı. İçindeki umut dağları ulaşılmaz gözükse de şansını denemekten ne zarar gelirdi ki!... Üç kez peş peşe aradı, fakat numara yine düşmedi; tam vazgeçecekti ki bir kez daha tuşladı numaraları. Kulaklarına inanamadı. Bu sefer “bip” sesi yerine, uzun bir ses kulaklarını okşuyordu. Numara düşmüştü, fakat bu yeterli miydi? Her şeye hazırlıklı olmalıydı. Çünkü yaşadığı meşakkatli hayat ona bunu öğretmişti. Telefon kaldırıldı nihayet… Karşıdaki yaşlı ve kısık bir ses “Efendim” dedi. Nazlı “Behice Hanım’ın evi mi?” diye sorunca aldığı “hayır” cevabı yeşeren hayallerini bir kez daha yıktı. Uzun bir konuşmadan sonra her şeyi öğrendi. Öğretmeni beş yıl evvel bu evi satıp gitmişti. Telefonunu da evin yeni sahiplerine bırakmıştı. Kendisini merak edenlere yeni hanesinin numarasını da vermişti. Bu Nazlı’nın kırılan hayallerini tamir etmeye yetmişti. Zira bir ışık görünmüştü kapkaranlık sokakların öbür ucundan….
Akşam yine tüm burukluğuyla çökmüştü üzerine. Kuytularda canlanan hatıraları üzerindeki yorgunluğu iyice belirginleştirmişti. Bütün varını koca bir yangında kaybeden ve küller ortasında şaşkınca sağa sola bakan bir müflisten farksızdı. Fakat geçmişte çok sevdiği ve şimdi desteğini beklediği öğretmeninin heyecanı, içini çepeçevre sarmıştı. Bu heyecanı gayret etse de bastıramadı bir türlü. Akşamın geceye döndüğü tenha vakitlerde gözlerinin hapsinde bir umut silueti gibi duran telefona sarıldı. Numarayı çevirir çevirmez hayat dolu bir “Alo” sesiyle sanki yeniden diriliş muştusuyla gözleri ve yüreği parladı. Evvela kendini tanıttı, sonra kiminle görüştüğünü sordu. Aradığı insan karşısındaydı. Vakitsiz aradığı için özür dilemeye çalıştıysa da sesi titrediği için bunu beceremedi. Yutkunmakta bile zorlandı. Zaman, bir film gibi geçti gözünün önünden….
Çok uzaklardan geliyordu Nazlı’yı hayata döndüren ses… Yılların Behice Öğretmeni Yalova’dan sesleniyordu kendisine. Şimdi Merkeze bağlı, uzak sayılabilecek bir köy ilköğretim okulunda Türkçe öğretmenliği yapıyordu. Yeni Nazlılar yetiştiriyordu hayata. Telefonda ne kadar konuşulursa o kadar konuşabilmişlerdi birbirleriyle. Bu uzak görüşmelerin elbette devamı gelecekti. Nazlı çok kıymet verdiği öğretmeninin eteğine tutunmuştu bir kere. Öyle kolay kolay bırakmaya niyeti yoktu. Geç bulsa da çabuk kaybetmek istemiyordu onu. Artık onun dünyası iki kişilikti. Geçmişten bugüne taşıdığı hayal kırıklıklarını ve umut kırıntılarını anlatabileceği bir dosta, çok uzun acılardan ve yalnızlıklardan sonra nihayet kavuşmuştu. Her gece uykularını bölen heyulâlar bu gece, yerini heyecan ve sevinçlere bırakmıştı. Bu gece de bu yüzden bir türlü dost olamadığı uykuyla yolları ayrılmıştı. Uykusu kaçan kişilerin yaptığını yapmış, buzdolabının kapısını aralayarak, içindeki harareti dindirecek bir şeyler aramaya koyulmuş, bir büyük bardak soğuk ayranı bir dikişte içmişti. Fakat anıların tutuşturduğu bu harareti soğuk suların dindirmesi mümkün değildi. Bunu biliyordu.
Bir türlü uykusu gelmeyen insanların sinir bozukluğu onun da üzerindeydi bu akşam... Fakat yarından beklentileri vardı. Bu duygular serencamında pencereyi açarak camın kenarında sıralanan karanfil, kuşkonmaz, menekşe ve sultan küpesini gözleriyle süzmüş, içindeki heyecan taşkınlığını onlarla paylaşmıştı. Yüzündeki sıcaklığı hissederek aynaya koşmuş, gamzelerini saran kırmızılığı yok etmek için yüzüne bir avuç dolusu su serpmişti. Çok kere hüznünü paylaştığı sabah ezanının okunmasıyla gün de yavaş yavaş açıyordu. Yeni günün kendisine yeni başlangıçlar sunacağı umuduyla sabaha içten bir “Merhaba” dedi. Sabahın aydınlık ışıkları onu mutlak hakikatlerin kucağına oturtsa da artık gam değildi. İki kişilik bir dünyada yaşayacak olmanın doyumsuz hazzını yaşamasına hiçbir şey engel olamazdı. Artık hayata ve mutluluğa dair hiçbir şeyi ertelemeyi düşünmüyordu. Ertelediğimiz her şey unutulmuşluğun boşluğunda asılı kalmaya mahkûmdu.
Öğleye doğru telefon çalmıştı. Uzun yıllardan beri bir işe yaramayan, sesi soluğu çıkmayan telefon, yeni bir hayatın başlangıcını müjdeliyordu Nazlı’ya. Daha doğrusu bu tatlı melodiyi hayra yormayı yeğliyordu. Senelerdir suskunluk nöbetleri tutan telefonu çaldıranın Behice Öğretmen olduğunu tahmin etmek zor değildi. Ahizeyi kaldırdığında tahmininde yanılmadığını gördü. Her iki ses de telefonda geçmişlerini masaya yatırarak hâle uzanıyorlardı. Nazlı, acılı geçmişini anlattıkça öğretmeninin sesinin ağlamaklı bir hâl alarak titrediğini hissediyordu. Fakat geçmişin acılarıyla hüzünlenmek yerine geleceğin umutlarının ve sevinçlerinin peşine düşmek en doğru ve isabetli hareket tarzıydı. Behice Öğretmen, Nazlı’yı yanına çağırıyor, misafiri olmasını istiyordu. Böylelikle de telefonun soğukluğunu aşmış olacaklarını, daha yakından hasbıhal etme imkânı bulacaklarını hesap ediyorlardı. Bakışları birbirine değince kim bilir ne volkanlar patlayacaktı gözlerinde….
Nazlı telefonu kapatır kapatmaz iç dünyasında muhasebe yapmaya, tereddütler ve tarifi imkânsız heyecanlar yaşamaya başladı. Yalnızlıkların ve zorunlu terkedilmişliklerin pençesinden bir türlü kurtulamayan bir kişinin kaybedebileceği ne vardı ki!... Uzak da olsa gidecekti, öğretmenini kucaklayacaktı. Onun şefkat ve sevgisinden payına düşeni alacaktı. Bu düşüncelerle vakit kaybetmeden biletini aldı. Ertesi günü akşamı yola çıkacaktı. Sanki hayatında bambaşka bir değişim ve dönüşüm yaşıyordu. Bazen de başına kötü bir şeyler geleceği korkusuyla iç sıkıntıları artıyor, mide ağrıları başlıyordu. Uzun ve heyecanlı bir yolculuk sonrasında nihayet Yalova’ya varmıştı. Aradan yirmi sene gibi uzun bir zaman geçmişti. Acaba terminalde kendisini nasıl bir insan karşılayacaktı? Çok yaşlanmış mıydı Behice Öğretmen? Soğuk mu, içten mi davranacaktı kendisine? Bu sorular biriktikçe birikiyor, girift sarmallar oluşturuyordu zihninde. Fakat ne olursa olsun, nasıl karşılanırsa karşılansın gelmişti işte. Bu hayat değirmeninde kaybedecek neyi vardı zaten? Hayat, ondan her şeyini çekip almıştı. Yukarda olanlar korkardı. Yukarda değildi, onun için de düşmekten korkmuyordu.
Terminalin geniş koridorlarında karşılaştıklarında ikisi de sevinç gözyaşlarını yerçekiminin insafına bırakmıştı. Dakikalarca kopmadan birbirlerine sarılmış, öylece ağlamışlardı. Zaten Nazlı’nın yıllardan beri dolmuştu yaralı yüreği… Senelerin zehir ve acı birikimini oracıkta boşaltmıştı gözlerinden. Bir dolmuş taksiye atlayarak hiç zaman kaybetmeden köye geçmişler, yeşilliğin ortasında sevimli duran tek katlı evin balkonunda ilk kahvaltılarını yapmışlardı. Kahvaltı boyunca gözlerini birbirlerinden ayıramamışlardı.
Bu güzel bahçeli köy evinde ikisinden başka kimse yoktu. Behice Hanım o korkunç 17 Ağustos depreminde Çınarcık’ta çok sevdiği eşini yitirmişti. Kendisi de depremden yaralı olarak kurtulmuştu. Kurtulmuştu kurtulmasına ama başta eşi olmak üzere her şeyini kaybetmişti. İşlerin yolunda gittiği bir zamanda yaşanan dehşetli bir deprem mutluluklarını toprağa gömmüş, hayatlarını altüst etmişti. Maddî, manevî neyi varsa birkaç saniye içerisinde hepsini kaybetmiş, kendisinin tercih etmediği bir hayatı yaşamaya
mecbur bırakılmıştı. Zaten çocukları olmamıştı. İki kişilik bir aileydiler. Biricik hayat arkadaşını kaybedince iyiden iyiye yalnız kalmıştı. Mesleğinin öğretmenlik olması, yalnızlığını öğrencileriyle paylaşması onun için bir şanstı. Yoksa geçirdiği duygusal travmayı kolay atlatamazdı. Mesleği, onun yaralarının pansumanıydı.
Depremden birkaç ay sonra, yaşadığı acılardan bir nebze de olsa uzaklaşmak için tayinini uzak bir köye aldırmıştı. Köy çocuklarının duruluğuna, saflığına, karşılıksız sevgilerine sığınmıştı. Onun kendi kanından, canından, neslini devam ettirecek bir çocuğu olmasa da öğrencileri onun evladı mesabesindeydi. Hepsini seviyor, sevgi ve merhametle kucaklıyor, bağrına basıyordu. Okulda mesai kavramına hiç mi hiç dikkat etmeden gecesini gündüzünü öğrencilerine ayırıyordu. Hafta sonlarında kendi gayretleriyle açmış olduğu kursta fakir köy çocuklarına, bir kuruş bile almadan özel dersler veriyordu. Bu konuda öncülük yaparak diğer öğretmenlerin de bu körpe yavrulara ders vermelerini sağlıyordu. Geçen sene bu köy okulundan beş tane öğrenci şehirdeki büyük okullarda okuma hakkını kazanmıştı. Köylü, Behice Öğretmenin bu gayretlerini takdir ediyor, onu köyün bilgesi, anası, bacısı, hayat kaynağı kabul ediyorlardı. Onun bilgi ve görgü birikiminden istifade ediyorlardı. Köyde bir meselesi olan, soluğu onun evinde alıyordu. Aileler arasındaki tartışmaları bile o tatlıya bağlıyor, muhtemel boşanmaların önüne geçiyordu. O, köylünün bağrına bastığı bilge anaydı.
Behice Öğretmen bir cumhuriyet bekçisiydi, o bir arifti. Arifler hep erkekler içerisinden çıkmazdı ya… Onun da arı duru bir ruhu vardı. Ömrü boyunca, yakın çevresinden başlayarak uzak çevresine doğru, insanların ruhlarındaki tortuları sevgi zımparasıyla sildi; yok etti. Arıydı, arıttı. Öncelikle örnek oldu; davranışlarını sözlerin önüne çekti. Etkiledi, etkilendi. Yılmadan, tek başına Hacı Bektaş Veli’nin izinde yürüyen, onun izini kendine iz edinen bir büyük irfan ordusu yetiştirdi. Büyüdü emelleri, canların yüreği oldu.
Nazlı’yla Behice Öğretmenin hayatında benzerlikler az değildi. İkisinin de kimi kimsesi yoktu. Birbirlerinden güç alıyorlardı. Bir aydan beri ikisinin de yüzü gülüyor, birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Bir gün, köyün üçüncü sınıflarını okutan Davut Bey’in askerlik kâğıdı geldi. Bir ay içerisinde askere aldılar onu. Köy yerine öğretmen kolay kolay gelmiyordu. Kimse merkezi bırakıp köye gelmeyi düşünmüyordu. Durum böyle olunca öğrenciler öğretmensiz kaldı. Nazlı lise mezunu bir kızdı. Behice Öğretmenin aklına güzel bir fikir geldi. Bu fikri Nazlı’yla paylaşmadan evvel, ilgili Millî Eğitim Müdürüne düşüncesini açtı. Nazlı’nın, öğretmensiz kalan sınıfta vekil öğretmen olarak görevlendirilmesini sağlayacaktı. Müdür bu duruma sevindi, ücret karşılığı hemen göreve başlamasını istedi. Behice Öğretmen eve gelince durumu Nazlı’ya açtı. Nazlı “Acaba yapabilir miyim?” diye tereddüt etti. Behice hanım “Bu iş olmuştur “deyip bahsi noktaladı. Nazlı derhal vekil öğretmenliğe başladı. İçi içine sığmıyordu. Hayatında en çok yapmak istediği işi yapıyordu. Öğrencilerinin gözlerinin içine bakıyor, “Öğretmenim” sözleri en güzel nağme yerine geçip kulaklarını okşuyordu. Nazlı; gece yarılarına kadar çalışıyor, öğrencilerine daha faydalı olmak için büyük bir arayış içerisine giriyordu. Kısa zamanda okuldaki öğretmenlerin, öğrencilerin ve köylülerin beğenisini kazanmıştı. O, artık köyün ikinci Behice’si olmuştu. Hayatına bambaşka bir renk ve ahenk gelmişti. Geçmişte çektiği acıları düşünüyor, bugünkü hâline şükrediyordu. Fakat bu saltanat nereye kadar sürecekti? Davut Bey’in dönüşü, onun için bütün güzelliklerin hercümerç olması demekti. Olsun, zira ân’ı yaşamaya bakıyordu.
Çiçeği burnunda vekil öğretmen Nazlı, olumsuzluk çağrıştıran hiçbir şey düşünmeden ân’ın hazzını doyasıya yaşıyor, Behice Öğretmen’in gösterdiği aydınlık yolda, Hacı Bektaş Veli’nin yolunda gül yüzlü nesiller yetiştiriyordu. Bu nesillerin önünde bir çınar gibi duruyor, onları sert rüzgârlardan ve aşırı sıcaklardan koruyordu. O da arif olma yolunda ilerliyordu. Böyle aydınlık bir düşünce ırmağının kıyısında yaşayanların susuz kalması düşünülemezdi. Onlar yaşadıkları çevrede çok seviliyor, toplumun doğal sigortası sayılıyorlardı. Arılar arılıklarını çevrelerinde hissettiriyor, kirlenen ruhları gül suyuyla arıtıyorlardı. Arınan ruhlar da hayata sevgi penceresinden bakıyor, yarınlara mutlu bir dünya bırakmaya çalışıyorlardı. Bu yol; canların yolu, gül yüzlü mürşitlerin, Hacı Bektaş Velilerin yoluydu. Bu yoldan gidenler evvela eline, diline, ahirde beline sahip olmayı erdemlerin en büyüğü olarak görüyorlardı. Dünden bugüne yansıyan bu sonsuz ışık, gelecek çağları aydınlatacak kadar da güçlüydü. Ne mutlu bu sonsuz ışığın altında aydınlık düşüncelere dalabilenlere!...
2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Fehmi SAĞLIK “BÜYÜK PİR'İN AYNASI” adlı öykü ile. 2.Asiye Aslı ASLANER “TERTEMİZ BİR BAHAR” adlı öykü ile. 3.Nihat MALKOÇ “GÜL KOKULU NEFESLER” adlı öykü ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Dr. Salim ÇELEBİ “SEVGİ SÖKECEK HER ŞAFAK” adlı şiir ile. 2.Mustafa ERMİŞ “İBADETİN BİNEĞİ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ARİFİN GÜNCESİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Hatice UMUT “ARİFLER BULUR YARADANI” adlı şiir ile. MANSİYON: Fehmi SAĞLIK “ÖZÜ TÜRKÇE SÖZÜ TÜRKÇE” adlı şiir ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “ARİF” adlı şiir ile. 2.Ozan SİNEMİ “YOLU NE GÜZEL" adlı şiir ile. 3.Mehmet Zeki ATEŞ “KAİNAT SIRRINA ERENDİR ARİF” adlı şiir ile. MANSİYON: Dr. Nedim UÇAR "DUYGU DERYASI" adlı şiir ile. MANSİYON: Yüksel KILIÇ "ARİFİN TARİFİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "ARI OLDUK HACI BEKTAŞ YOLUNDA" adlı şiir ile.
Serbest Vezin Şiir Yarışması Birincisi
Dr. Salim ÇELEBİ
SEVGİ SÖKECEK HER ŞAFAK
Su da yandı…
Çiçek açtı külünde öfkemiz
boyları bodur, renginde hüzün;
barışa davetti
ışığı gönlümüzün
çığlığı arzdan arşa dayandı.
Karda yeşili gördük
doyduk çölde suya,
nurda bir Veli gördük
düştük yola.
Düştük yola ereği için yüreğimizin
“yol bir, sürek bin bir;”
dedik ki,
“yüktür beden
büyüktür erek
Hakka yürüyen
halkta yeniden dirilir.”
Kimimiz kanaatkâr olduk
kara toprakla haşır neşir;
kimimiz zanaatkâr olduk
bin uğraş, bir devşir.
Düştük yola
yol yolcuya
toprak suya aç gibi,
suretimizi gördükçe suratınızda
bir bir sıralandı gerçekler
şaklayan kırbaç gibi:
Bizden almış cesareti korku
bizde bulmuş esareti öfke
bize sunmuş gayreti kin;
karartmasın hiçbir gölge
karatsa da yine hoşgörü ekin.
Harslar hırslara yük
doğa kaygılı
nasırlaşmış kör inanç
bilimin boynu bükük;
çember çember çevrilmişiz
ayrılık öyle bir hüzün, öyle bir keder ki,
kök salmış benliğimize bencilliğimiz
ele avuca sığmaz bir kızıl ejder ki;
esir’i beden:
Kaçıp, saklanmış intikam
yasaklanmış gerçek
tutuklanmış yitik yaşam!
Tutsak değil belleğimiz kine
edilemez tarif,
aldanma, aldatmasın duygularımızdaki mühür;
sevdalarımız bir ceylan kadar zarif
bir çağlayan kadar gür
yola düştük.
İşimiz insan sevgisi
başımız dik
aşımız ortak;
yunduk, arındık bola düştük
sevgi sökecek her şafak.
Uğrun uğrun ah çekip ağlarken biz;
umursanmadı
yok sayıldı kimliğimiz
yola düştük.
Sabır kanadı damarlarımız
buruk değildi tadı,
omuzlarımızdaydı cömertliği hasletin;
ariflerin nefesiyle yıkandı
kalmadı hükmü kemik, kan ve etin.
Alnımız açık
yolumuz belli,
inançlıyız
ölüm olsa da bedeli
dalga dalga barışa evrilecek savaş
ve gelecek
nurlu öğretinle şekillenecek
Hünkârım Hacıbektaş.
2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Fehmi SAĞLIK “BÜYÜK PİR'İN AYNASI” adlı öykü ile. 2.Asiye Aslı ASLANER “TERTEMİZ BİR BAHAR” adlı öykü ile. 3.Nihat MALKOÇ “GÜL KOKULU NEFESLER” adlı öykü ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Dr. Salim ÇELEBİ “SEVGİ SÖKECEK HER ŞAFAK” adlı şiir ile. 2.Mustafa ERMİŞ “İBADETİN BİNEĞİ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ARİFİN GÜNCESİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Hatice UMUT “ARİFLER BULUR YARADANI” adlı şiir ile. MANSİYON: Fehmi SAĞLIK “ÖZÜ TÜRKÇE SÖZÜ TÜRKÇE” adlı şiir ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “ARİF” adlı şiir ile. 2.Ozan SİNEMİ “YOLU NE GÜZEL" adlı şiir ile. 3.Mehmet Zeki ATEŞ “KAİNAT SIRRINA ERENDİR ARİF” adlı şiir ile. MANSİYON: Dr. Nedim UÇAR "DUYGU DERYASI" adlı şiir ile. MANSİYON: Yüksel KILIÇ "ARİFİN TARİFİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "ARI OLDUK HACI BEKTAŞ YOLUNDA" adlı şiir ile.
Serbest Vezin Şiir Yarışması Üçüncüsü
Nihat MALKOÇ
ARİFİN GÜNCESİ
“Dostumuzla beraber, yaralanır kanarız,
Her nefeste aşk ile, yaratanı anarız.
Erenler meydanına, vahdet ile gir de gör,
Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız”(Hacı Bektaş Veli)
I. gün…
dayadı sırtını ulu çınara, söyleşmek için arif…
daldırdı divitini simsiyah mürekkep hokkasına
“ayın, lâm ve ye” harflerini istifledi papirüsün kalbine
kerbela’dan esti bir deli rüzgâr, samyeli kıvamında…
hatıralar kan revan, dudaklar suyun hasretinde….
kıpkızıl şafaklara gül yüzlü umutlar ısmarladı arif…
hayyam’ın kadehini gezdirdi titreyen dudaklarında
ırmağından uzak düşen damlalara acıdı hüzünkar…
mumdan bir kuğunun düşünü gördü ateş denizlerinde
aydınlığın darasını düştü kör karanlıklardan….
II. gün…
düşünceliydi madımak’ın küllerinde gül yetiştiren arif…
temmuz sıcağında kardelenler çiçek açtı gönül ovalarında
gün tutuştu yaralı yüreklerin tenhalarında, ateşte semaha durdu erenler…
arif bir ‘âhhh’ çekti derinden, rihter ölçeğinin kaldıramayacağı…
can kırıklarını topladı cam kırıkları arasından…
âlemin pörsümüş kalbini avuçlarına aldı arif…
insanlığa sevgi ipini uzattı uçurumların eşiğinde
yüreğinin kapısını gün yüzlü baharlara açtı arif…
hançerini çekti, gönül mülküne dadanan haydutların üzerine
hacı bektaş’ın ışığında yürüdü sonsuzluğun kalbine…
III. gün…
hüseyin’in acısıyla kerbela’da yüreği atan arif…
güvercinlere yuva yapar zeytin ağaçlarının dallarında
paylaşıldıkça çoğalır yaşama tutunan…..
…..güneş yüzü görmüş sevinçler ve umutlar
darağacında büyüdükçe büyür pir sultanların gölgesi
mazlumların âh’ı karışır kızgın gözyaşlarına…
bumerang misali döner, zulüm yaftası asılır zalimlerin boynuna
tarih düşülür suskun ve yorgun zamana…
nesimî’nin, kan yerine gül suyu akar damarlarından
aklın aydınlığında cevap bulur girift sualler…
IV. gün…
kökü mazide olan âtîdir köprüler kuran arif…
sevgi tohumları saçar mütebessim gönül toprağına
göverir ruhun yamaçlarında sıra selviler…
gözyaşı şişelerini doldururken güvercinlerin zeytin yeşili gözyaşları
bütün ırmaklar denizlerin ağzında kucak kucağa…
melamet hırkası yaksa da teni, gönenir ruhun arka odaları
bir meczup, kerem misali arar şirin’ini kuytularda
tacını, tahtını ayaklar altına serer, yürek tahtının taliplisi…
aşk ve muhabbet deveran eder kılcal damarlarında
hasret ateş olur, yakar gözyaşıyla ıslanmış papirüsleri
V. gün…
varsılla yoksula aynı mesafede durur arif…
bir somun ekmek bin kişiyi doyurur kanaat sofrasında
bir damla su, bin yanık bağrı serinletir
masallar göz kırpar gerçeklerin gül yüzlü endamına
karanlığın gözlerine mil çeker buğday sarısı güneş…
içine tut gönül aynanı, ey dost içinin derinine!…
tövbe sularıyla temizlensin kirlenen keşmekeş ruhlar
bırak üstün dağınık kalsın, topla içindekileri seherde….
bütün günahları doldur pişmanlık heybesine,
başka cana yer kalmasın ateşin kızgın kalbinde…
VI. gün…
hem arıdır, hem arıtır, endişelerin çöplüğünde debelenenleri arif….
sevgi boyasıyla boyar içindeki evrenin duvarlarını
şeytandan evvel nefsini taşlar, balçıktan pişirilmiş taşla ve sabırla….
kanatlanır sevgi kitabının harfleri, dağılır boşluğa…
ayır ayırabilirsen ak’ı kara’dan arif…
şeyh bedrettin’ın sofrasının katığı…..
…..hürriyete sevdalı yüreğinle…
gönül meydanlarına dikiver….
…..hünkar hacı bektaş veli’nin o tunçtan heykelini
VII. gün…
gönül kıblesinde, ateşlerde semaha duran arif….
…..uykularında şaha kalkar rahvan yürüyüşlü atlar…
masmavi gökleri kuşatır zeytin ağacının göğe uzayan dalları
…..gönül sazının telini titretir hüzün taşıyan rüzgarlar…
kâinatın avuçlarından kayar kırık dökük hayatlar….
…..ân gelir canan kapıyı dıştan kapar….
2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Fehmi SAĞLIK “BÜYÜK PİR'İN AYNASI” adlı öykü ile. 2.Asiye Aslı ASLANER “TERTEMİZ BİR BAHAR” adlı öykü ile. 3.Nihat MALKOÇ “GÜL KOKULU NEFESLER” adlı öykü ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Dr. Salim ÇELEBİ “SEVGİ SÖKECEK HER ŞAFAK” adlı şiir ile. 2.Mustafa ERMİŞ “İBADETİN BİNEĞİ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ARİFİN GÜNCESİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Hatice UMUT “ARİFLER BULUR YARADANI” adlı şiir ile. MANSİYON: Fehmi SAĞLIK “ÖZÜ TÜRKÇE SÖZÜ TÜRKÇE” adlı şiir ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “ARİF” adlı şiir ile. 2.Ozan SİNEMİ “YOLU NE GÜZEL" adlı şiir ile. 3.Mehmet Zeki ATEŞ “KAİNAT SIRRINA ERENDİR ARİF” adlı şiir ile. MANSİYON: Dr. Nedim UÇAR "DUYGU DERYASI" adlı şiir ile. MANSİYON: Yüksel KILIÇ "ARİFİN TARİFİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "ARI OLDUK HACI BEKTAŞ YOLUNDA" adlı şiir ile.
Serbest Vezin Şiir Yarışması Mansiyon
Hatice UMUT
ARİFLER BULUR YARADANI
Niye titrer ağaçların dalları,
Kurumuşken bir zaman yapraklar,
Niye çiçeklenir her yan,
Gelen baharla rengarenk.
Bir avuç toprakta,
Ya da bir yudum suda,
Niye kanatlanır açarlar.
Niye arınır yağmurla ne varsa,
Bir yudum suyla niye bereket yağar,
Kurak zaman çatlayan topraklara.
Niye altın sarısı burçaklar yüzer tarlalarda.
Ve kıtlıktan niye korkar insanlar…
Masmavi olur gökyüzü,
Ak bulutlar nakışlar dokur,
Apak dantel misali…
Bir leylek sürüsü niye nizamlı göç eder.
Başlar yukarı yönelince gözler etkilenir,
Bütün akıllar şaşar.
Kimini kara kimini deniz özler.
Yer mavi, gök mavi arasında,
Martılar benzemez başka kuşlara,
Ve eşsiz kalınca onlar,
Niye yalnız yaşayamazlar.
Ak güvercinler namelerle uçarken,
Niye barış dağılır kara topraklara.
Gün niye beş vakittir,
Ve beşikten mezara niye çocuk değişir.
Gün yorulur, güneş akşama batar,
Ay devralır geceleri ışıklar sönmez.
Uykuya dalar hemen insan,
Niye daim ayakta durmaz.
Her zaman gülen gözler bir anda yaş akıtır,
Kaybetmek ki dolu dolu ağlatır…
Güçlüyüm diyen kim varsa,
Meydan okusa da doğaya,
Niye musalla taşına yatar.
Gelir sırasınca ölüm…
Cehennem hiç anılmaz ancak;
Niye cennetle büyülenir tüm ruhlar.
Düşünür tüm bilgeler,
Gece gündüz soru çözer bilginler,
Niye iz bırakır evliyalar, erenler,
Onlarla kaçışır ağ ören örümcekler
Arı gönüllerin ayak izleri,
Niye arıtır yâri başka bizleri,
Arınır hasetlerden yürekler.
O nadide gönüller,
O kalp gözüyle görenler,
Niye yürek yıkarlar süt misali sözlerle,
Ve herkesin gönül anahtarı kendine ait derler.
Dümdüz odunları yılanla bağlar,
Daim eğrisiz toplar dost eren,
Yunus niye sabırla pişer durur.
“Eline, diline ,beline sahip ol,
Doğruluk dost kapısıdır”der.
Hacı Bektaş Veli niye Hak dostudur.
Ve niye dergah dergah gezerler.
En karanlık sırları çözerler.
Aşk ateşiyle yansak,
Gecelerde yıldızlar dökülse yerlere…
Bir sarı çiçeği koklarken,
Beni değil!
Bendeki beni bulabilsek.
Beş vakit secdelerde bayramı görebilsek…
Yaradana huşu içinde,
Tâ doruklardan seslenebilsek,
“Mevlam ne eylerse güzel eyler!”
Bir ağızdan diyebilsek keşke…
Niye arınmak gerek bir anlayabilsek…
Ve bir bulabilsek cevabını…
Niye arıdır…
Daim arıtandır onlar.
Niye arif olur erenler?
2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Fehmi SAĞLIK “BÜYÜK PİR'İN AYNASI” adlı öykü ile. 2.Asiye Aslı ASLANER “TERTEMİZ BİR BAHAR” adlı öykü ile. 3.Nihat MALKOÇ “GÜL KOKULU NEFESLER” adlı öykü ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Dr. Salim ÇELEBİ “SEVGİ SÖKECEK HER ŞAFAK” adlı şiir ile. 2.Mustafa ERMİŞ “İBADETİN BİNEĞİ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ARİFİN GÜNCESİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Hatice UMUT “ARİFLER BULUR YARADANI” adlı şiir ile. MANSİYON: Fehmi SAĞLIK “ÖZÜ TÜRKÇE SÖZÜ TÜRKÇE” adlı şiir ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “ARİF” adlı şiir ile. 2.Ozan SİNEMİ “YOLU NE GÜZEL" adlı şiir ile. 3.Mehmet Zeki ATEŞ “KAİNAT SIRRINA ERENDİR ARİF” adlı şiir ile. MANSİYON: Dr. Nedim UÇAR "DUYGU DERYASI" adlı şiir ile. MANSİYON: Yüksel KILIÇ "ARİFİN TARİFİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "ARI OLDUK HACI BEKTAŞ YOLUNDA" adlı şiir ile.
Hece Vezni Şiir Yarışması Birincisi
Feyzullah SEÇKİN
ARİF
Bütün engelleri bilgiyle aşan;
“Arif, hem arıdır hem arıtıcı”.
Bilim ışığında Hakk’a ulaşan;
“Arif, hem arıdır hem arıtıcı”.
Hakk’ı arayanlar bulur özünde,
Doğrular ışıktır aydın sözünde.
İnsan yüceliktir gören gözünde,
“Arif, hem arıdır hem arıtıcı”.
Arifler her şeyi insanda arar,
Cehalet insana verendir zarar.
Her kitaba sığar verdiği karar;
“Arif, hem arıdır hem arıtıcı”.
Farklılık değildir insanın türü,
Kilime nakıştır zengin kültürü.
Barışa duyulan aşktan ötürü,
“Arif, hem arıdır hem arıtıcı”.
Meyve çekirdeği içinde taşır,
Hoşgörü taşıyan Hakk’a ulaşır.
Kalpteki karalık akla bulaşır,
“Arif, hem arıdır hem arıtıcı”.
Güzellikte çirkin etme adını,
Aydın nesil için okut kadını.
Bilginin bilimin bilen tadını;
“Arif, hem arıdır hem arıtıcı”.
Gerçeği var eden cananla candır,
Okunacak kitap önce insandır.
Nefsine yenilen aşksız yanandır,
“Arif, hem arıdır hem arıtıcı”.
Her millete aynı göz ile bakan,
Hiçbir zaman olmaz insanı yakan.
Serçeşmeden gelen bilgiyle akan;
“Arif, hem arıdır hem arıtıcı”.
İnsan sevgisini adalet izler,
Adaletsiz dünya insanı gizler.
Bulanık başını çekemez dizler,
“Arif, hem arıdır hem arıtıcı”.
Feyzi’yim insanlık yolunda erim,
Hacı Bektaş Veli yolda rehberim.
Doğru bildiğimi dostça söylerim,
“Arif, hem arıdır hem arıtıcı”.
2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Fehmi SAĞLIK “BÜYÜK PİR'İN AYNASI” adlı öykü ile. 2.Asiye Aslı ASLANER “TERTEMİZ BİR BAHAR” adlı öykü ile. 3.Nihat MALKOÇ “GÜL KOKULU NEFESLER” adlı öykü ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Dr. Salim ÇELEBİ “SEVGİ SÖKECEK HER ŞAFAK” adlı şiir ile. 2.Mustafa ERMİŞ “İBADETİN BİNEĞİ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ARİFİN GÜNCESİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Hatice UMUT “ARİFLER BULUR YARADANI” adlı şiir ile. MANSİYON: Fehmi SAĞLIK “ÖZÜ TÜRKÇE SÖZÜ TÜRKÇE” adlı şiir ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “ARİF” adlı şiir ile. 2.Ozan SİNEMİ “YOLU NE GÜZEL" adlı şiir ile. 3.Mehmet Zeki ATEŞ “KAİNAT SIRRINA ERENDİR ARİF” adlı şiir ile. MANSİYON: Dr. Nedim UÇAR "DUYGU DERYASI" adlı şiir ile. MANSİYON: Yüksel KILIÇ "ARİFİN TARİFİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "ARI OLDUK HACI BEKTAŞ YOLUNDA" adlı şiir ile.
Hece Vezni Şiir Yarışması Üçüncüsü
Mehmet Zeki ATEŞ
KAİNAT SIRRINA ERENDİR ARİF
Arif’in gözünde bulunmaz perde,
Dağların ardını görendir Arif.
Hak’kı bulmuş insan denen eserde,
Bilimin sırrına erendir Arif.
Onlarla ışıdı Anadolu’muz,
Uygarlığa doğru döndü yolumuz.
Birlik olduk kucaklaştı kolumuz,
Çağdaş öğretiler verendir Arif.
Nefsini dağlamış yakarak közde,
Hakikat aramış temelde özde.
Yalanı hilaf’ı bulunmaz sözde,
Gerçeği ortaya serendir Arif.
Pir yanında olgunlaşıp pişerek,
Ummanlara sığmayıp’da taşarak.
Halk uğruna türlü dara düşerek,
Müşkülata göğüs gerendir Arif.
Nefsini eğitmiş arımı arı,
İnsanlığı arıtmaktır şiarı.
Velilerin Nebilerin Diyarı,
Anadolu’da birliği kurandır Arif.
Barış ve sevgiyle atmışlar temel,
İncinsede,incitmeyen bir emel.
Yollarından gitmiş Mustafa Kemal,
Özgürlüğe damga vurandır arif.
Hep bilimden gider yolları şaşmaz,
Fitne fesat etrafında dolaşmaz.
Gönül arıtana çamur bulaşmaz,
Cehalete karşı durandır arif.
………… ben gerçeği gördüm,
Arifler nuruyla ışıdı yurdum.
Kanaat getirip,kararım verdim,
Yarasına tuzu sarandır Arif.
2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Fehmi SAĞLIK “BÜYÜK PİR'İN AYNASI” adlı öykü ile. 2.Asiye Aslı ASLANER “TERTEMİZ BİR BAHAR” adlı öykü ile. 3.Nihat MALKOÇ “GÜL KOKULU NEFESLER” adlı öykü ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Dr. Salim ÇELEBİ “SEVGİ SÖKECEK HER ŞAFAK” adlı şiir ile. 2.Mustafa ERMİŞ “İBADETİN BİNEĞİ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ARİFİN GÜNCESİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Hatice UMUT “ARİFLER BULUR YARADANI” adlı şiir ile. MANSİYON: Fehmi SAĞLIK “ÖZÜ TÜRKÇE SÖZÜ TÜRKÇE” adlı şiir ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “ARİF” adlı şiir ile. 2.Ozan SİNEMİ “YOLU NE GÜZEL" adlı şiir ile. 3.Mehmet Zeki ATEŞ “KAİNAT SIRRINA ERENDİR ARİF” adlı şiir ile. MANSİYON: Dr. Nedim UÇAR "DUYGU DERYASI" adlı şiir ile. MANSİYON: Yüksel KILIÇ "ARİFİN TARİFİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "ARI OLDUK HACI BEKTAŞ YOLUNDA" adlı şiir ile.
Hece Vezni Şiir Yarışması Mansiyon
Dr. Nedim UÇAR
DUYGU DERYASI
Eğer ki dünyada huzur ararsan,
Yaşamın kaynağı çile, acıdır.
Gerçeğin sırrını dosta sorarsan,
Arif olan arı, arıtıcıdır.
Zaman kuş misâli uçarsa gelmez,
Cahil olan kimse dostunu bilmez,
Kâmil olan insan, ölse de ölmez,
Arif olan arı, arıtıcıdır.
Hakikat ehlinin eseri vardır,
Yüreği kocaman mekânı dardır,
Halk için çektiği ah ile zardır,
Arif olan arı, arıtıcıdır.
Yolunun üstüne çıksa da dağlar,
Arifler gönlünü sevgiyle bağlar,
Yüzleri gülerken kalpleri ağlar,
Arif olan arı, arıtıcıdır.
Duygu deryasında gezer, sır tutar,
Dirlik, düzenlikte güce güç katar,
Sevgi pazarında hoşgörü satar,
Arif olan arı, arıtıcıdır.
Temiz düşünceli bilgi doludur,
Gösterdiği hedef birlik yoludur,
Barışa uzanan halkın koludur,
Arif olan arı, arıtıcıdır.
Yoksula, yetime kaşını yıkmaz,
Gönlü kırılsa da kusura bakmaz,
Düşmanını bile yalnız bırakmaz,
Arif olan arı, arıtıcıdır.
. . . . . . . . sevdası insan olana,
Asla meyletmedi yalan, dolana,
Ne mutlu dünyada daim kalana,
Arif olan arı, arıtıcıdır.
2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Fehmi SAĞLIK “BÜYÜK PİR'İN AYNASI” adlı öykü ile. 2.Asiye Aslı ASLANER “TERTEMİZ BİR BAHAR” adlı öykü ile. 3.Nihat MALKOÇ “GÜL KOKULU NEFESLER” adlı öykü ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Dr. Salim ÇELEBİ “SEVGİ SÖKECEK HER ŞAFAK” adlı şiir ile. 2.Mustafa ERMİŞ “İBADETİN BİNEĞİ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ARİFİN GÜNCESİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Hatice UMUT “ARİFLER BULUR YARADANI” adlı şiir ile. MANSİYON: Fehmi SAĞLIK “ÖZÜ TÜRKÇE SÖZÜ TÜRKÇE” adlı şiir ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “ARİF” adlı şiir ile. 2.Ozan SİNEMİ “YOLU NE GÜZEL" adlı şiir ile. 3.Mehmet Zeki ATEŞ “KAİNAT SIRRINA ERENDİR ARİF” adlı şiir ile. MANSİYON: Dr. Nedim UÇAR "DUYGU DERYASI" adlı şiir ile. MANSİYON: Yüksel KILIÇ "ARİFİN TARİFİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "ARI OLDUK HACI BEKTAŞ YOLUNDA" adlı şiir ile.
Hece Vezni Şiir Yarışması Mansiyon
Yüksel KILIÇ
ARİFİN TARİFİ
Anlatmak kolay mı gerçek arifi?
Isırgan elinde gül oldu derler.
Arif demek bence aşkın tarifi,
Aslı için Kerem kül oldu derler.
Güzelliği özde bulduğu için,
Aşkı bir ibadet bildiği için,
Gıdasını aşktan aldığı için,
Mecnun’un mekânı çöl oldu derler.
Dedem Korkut bize bir çığır açmış,
Yunus, sevgi deyip kendinden geçmiş.
Lagari, göklerde kuş gibi uçmuş;
Hezarfen’e kanat, kol oldu derler.
Nasrettin Hoca’yla güldük gülüştük,
Hasan Ali Yücel ile geliştik.
Mahzuni Şerif’le hakça bölüştük,
Sözleri kendine zul oldu derler.
Ariflerin yolu; ilimle irfan
Yurduna sığmamış Nazım Hikmet Ran.
Dört yüz yetmiş yedi eserle Sinan,
Kendi sanatına kul oldu derler.
Hünkâr Hacı Bektaş, sevmiş insanı
Ahmet Yesevi’den yolu, erkânı.
Kitaba dökülmüş Türk’ün lisanı,
Kaşgarlı Mahmut’ta dil oldu derler.
Kemlikten arınıp arıtmak için,
Cehaleti kökten kurutmak için,
Yanlışı potada eritmek için,
Mevlana’dan haydi gel oldu derler.
Bilirim milletim ezelden necip;
Ozanlar, aydınlar, bir yığın mucip.
Kutadgu Bilig’le Yusuf Has Hacip,
Devlet yönetecek yol oldu derler.
Sevgiliye çağrı yapmış, ünlemiş
Dünya âlem hayran hayran dinlemiş.
Hasta gibi inim inim inlemiş;
Itrî, sazındaki tel oldu derler.
Âşık Veysel gönül insanı olmuş,
Yüreğinde her dem hicranı olmuş,
Toprağı yâr bilmiş, hayranı olmuş;
Elinde kazmayla bel oldu derler.
……..’im daha nice nicesi
Tarife yeter mi sözün hecesi?
Türklük âleminin o en yücesi,
Ata’m, tutunacak dal oldu derler.
2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları: 1.Fehmi SAĞLIK “BÜYÜK PİR'İN AYNASI” adlı öykü ile. 2.Asiye Aslı ASLANER “TERTEMİZ BİR BAHAR” adlı öykü ile. 3.Nihat MALKOÇ “GÜL KOKULU NEFESLER” adlı öykü ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Dr. Salim ÇELEBİ “SEVGİ SÖKECEK HER ŞAFAK” adlı şiir ile. 2.Mustafa ERMİŞ “İBADETİN BİNEĞİ” adlı şiir ile. 3.Nihat MALKOÇ "ARİFİN GÜNCESİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Hatice UMUT “ARİFLER BULUR YARADANI” adlı şiir ile. MANSİYON: Fehmi SAĞLIK “ÖZÜ TÜRKÇE SÖZÜ TÜRKÇE” adlı şiir ile. 2011 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları: 1.Feyzullah SEÇKİN “ARİF” adlı şiir ile. 2.Ozan SİNEMİ “YOLU NE GÜZEL" adlı şiir ile. 3.Mehmet Zeki ATEŞ “KAİNAT SIRRINA ERENDİR ARİF” adlı şiir ile. MANSİYON: Dr. Nedim UÇAR "DUYGU DERYASI" adlı şiir ile. MANSİYON: Yüksel KILIÇ "ARİFİN TARİFİ" adlı şiir ile. MANSİYON: Ahmet GÖKÇE "ARI OLDUK HACI BEKTAŞ YOLUNDA" adlı şiir ile.
Hece Vezni Şiir Yarışması Mansiyon
Ahmet GÖKÇE
ARI OLDUK HACI BEKTAŞ YOLUNDA
ÇİÇEKLERDEN BAL YAPMAYI ÖĞRENDİK,
ARI OLDUK, HACI BEKTAŞ YOLUNDA.
ARİF OLDUK KİNİ KİBİRİ YENDİK,
DURU OLDUK, HACI BEKTAŞ YOLUNDA.
İNANDIK BU YOLA GİRDİK AŞK İLE,
PİRDEN AŞILANDIK YAPRAĞA GÜLE,
BİRLİK OLDUK, İRİ OLDUK EL ELE,
DİRİ OLDUK, HACI BEKTAŞ YOLUNDA.
BU MEYDANDA YOKTUR SEVABI KİNİN,
HAKKI EŞİT, AKILLININ DELİNİN,
KUL KUSURSUZ OLMAZ, ONU ÖRTENİN,
KÖRÜ OLDUK, HACI BEKTAŞ YOLUNDA.
SORMAYIZ RENGİNİ, DİNİNİ DİLİN,
AYNISI OLURUZ UZANAN ELİN,
DOSTLUĞA YAKILAN HER MEŞ’ALENİN,
HȂRI OLDUK, HACI BEKTAŞ YOLUNDA.
İNCİNSE DE İNCİTMEDEN GÜLENİN,
CEHALETİ OKUYARAK SİLENİN,
SEVGİ, BARIŞ, HOŞGÖRÜYÜ BİLENİN,
YȂRİ OLDUK, HACI BEKTAŞ YOLUNDA.
KERAMET NE TAÇTIR NE KÜRK NE HIRKA,
GÖKÇE'YİM İNANMAM SAFSATA ERKE,
SEVGİYE, BİLİME DÖNECEK ÇARKA,
PERİ OLDUK, HACI BEKTAŞ YOLUNDA.
|
|
|
|
|
|